Bugünlerde hangi Arap ülkesine giderseniz gidin, sokaklarda mutlaka Türkiye'yle ilgili bir şeye rastlarsınız: Dev panolarda pembe dizi reklamları, televizyonlarda film ve dizilerimiz, Türk sanatçıların fotoğrafları basılmış kıyafetler, market raflarında buralardan gitmiş ürünler, dükkânlarda Recep Tayyip Erdoğan posterleri…
Türkiye'ye döndüğünüzde, sadece İstanbul'da değil, ülkenin dört bir bucağında Arap turistlerle karşılaşırsınız. Yaz-kış, en ücra kasabalar bile Arapları ağırlar. Merak ve heyecan içinde bizi tanımaya çalışan, Türkiye'nin serüvenine kendisini kaptırmış insanlardır hepsi. Birçok şehrimizde, sokaklardaki Arapça tabelalar Türkçe benzerleriyle yarışır.
Arap dünyasıyla aramızda karşılıklı seyahatler, ziyaretler, alışverişler, tanışma ve konuşmalar gün geçtikçe artıyor. İki taraf da birbirini yeniden tanımanın heyecanı içinde.
Tüm bunlar, Arap (ve İslâm) ülkeleri arasında Türkiye öncülüğünde yeni bir siyasal sürecin başlamakta olduğunun işareti mi peki?
Henüz değil.
On yılların yabancılıklarının aşılma devresindeyiz. Ön yargı ve ezberlerin, her şeye rağmen yeterince bozulduğunu söyleyemeyiz. Önce bir güzel tanışacağız, birbirimize duyduğumuz soğukluk ve aramızdaki mesafe kaybolacak; ondan sonra iş birliği, ortak strateji üretimi ve uzun yol yürüyüşleri başlayacak. Bu dönemde atılan temelin üzerine bina dikmeyi başarabilirsek tabi.
***
Şu anda Türkiye'nin Arap dünyasındaki en sağlam müttefikleri Suudi Arabistan ve Katar. Her iki ülkenin uluslararası ve bölgesel konumuyla da paralel seyreden ilişkilerin iyileşmesinde, mevcut yönetici kadroların rolü büyük. Suudi Arabistan Kralı Selman'ın tahta çıkmasıyla birlikte ikili ilişkilerin gittikçe derinleştiği görülüyor mesela.
Ülkesinin karşı karşıya kaldığı ciddi tehditlerin de etkisiyle, ağabeyi Kral Abdullah döneminin bazı politikalarını (örneğin: Müslüman Kardeşler ve Hamas'a düşmanlık) yumuşatmaya karar veren Kral Selman, bu çerçevede Türkiye'yle safları sıklaştırdı. ABD'den umduğunu bulamayan, İran'ın da açık restiyle yüzleşmek durumunda kalan Riyad, bölgede tutunacak bir dal olarak yüzünü Ankara'ya döndü. Suudi yatırımcıların Türkiye'ye akın etmesi gibi pratik bir sonucu da bulunan bu hamlenin, İslâm dünyasının selâmeti için ciddi adımlar atacak ortak bir stratejik akla dönüşmesi için henüz zamana ihtiyaç var.
Katar'ın Türkiye'ye gösterdiği teveccühte, Körfez'deki yalnızlığının ve Mısır yönetiminin hışmına uğramasının etkisi büyük. Suriye ve Libya konusunda kendi menfaatleri doğrultusunda siyaset geliştiren Katar, sahip olduğu muazzam fonları hem Batılı ülkelerde hem de Türkiye'de değerlendiriyor. “Batı'yla uyum içinde, ama bölgenin siyasal gerçekliğini de dışlamayan” bir politik duruşu benimseyen Katar yönetimi, bu bağlamda Türkiye'deki “AK Parti tecrübesi”ni de portföyünde tutmayı makul görüyor.
Türkiye'nin Fas'la ilişkileri Fransa etkisinin gölgesinde kalırken, Cezayir kendi “siyasal İslâmcı takıntısı”ndan dolayı bize uzak. Tunus'ta iktidar ortağı Nahda Hareketi hem Türkiye'ye yakın durmaya çalışıyor, hem de ülke içindeki dengeler konusunda hassas davranıyor. Libya'daki üç yönetimden sadece biri (Trablus), Türkiye'nin diyalog kanalı bulabildiği bir kapı. Lübnan'da Fransa ve İran baskıları bizim erişimimizi kısıtlarken, Körfez'de Kuveyt, Bahreyn ve Umman, Türkiye'yle ilişkileri “kültürel ve formel” düzeyde tutmaya özen gösteriyor. Riyad-Tahran kapışmasının sahnesi Yemen'le, Suudi Arabistan'ın ekonomik yardımıyla geçinen Sudan, denklemin şimdilik dışında.
Arap dünyasında Türkiye'ye açıktan düşmanlık gösteren ve diş bileyen iki ana eksen var: Mısır-Birleşik Arap Emirlikleri'nin oluşturduğu ittifakla, İran etkisindeki Irak ve Suriye. Her iki eksen de Türkiye'nin bölgesel gücünün kırılması ve etki alanlarının daraltılması için açık ve gizli mücadele veriyor. Söz konusu düşmanlık, sadece güncel siyaset farklılıklarına dayanmıyor; tarihten gelen sürtüşme ve çatışmalar da Türkiye'nin önüne set çekme çabalarının sebeplerinden.
***
Türkiye, Arap dünyasının sahip olduğu bazı yeraltı zenginliklerinden ve jeopolitik avantajlardan mahrum olduğu için, bölge ülkeleriyle ilişkilerinde ister istemez bir denge gözetmek durumunda kalıyor. Doğalgaz, petrol, sıcak para gibi önemli kalemlerde çevre ülkelere bağımlılığımız var. Bu nedenle ikili ilişkilerde çoğu kez, alttan alma ve oyunu onların şartlarıyla sürdürme mecburiyeti doğuyor.
Bizi Arapların gözünde vazgeçilmez kılacak şey, uzun vadede insan kaynağımız ve samimi beşerî ilişkilerimiz olacaktır. Yazımın başında örneklerini verdiğim “karşılıklı tanışma süreci”, bu ilişkilerin artık başladığına işaret ediyor. Ama kat edilecek çok mesafe var. Yeni yeni yayılmaya başlayan ve daha çok bizim “dünyevî” yüzümüze dönük olan sempati halkası, bizi şu aşamada afakî beklentilere ve siyasi hülyalara sürüklememeli. Bu yüzden, “Yolun başına yeni geliyoruz” dedim.
Benzer yazıları aynı şekilde sonlandırmaktan da hiç bıkmayacağım: Şu dönemde atılan tohumların toprakta çürüyüp gitmesinin önüne geçmek için, halklar arasında yakalanan muhabbet iklimini kurumlarla ve derinlikli çalışmalarla beslemek şart. Gezi rehberlerinden ciddi akademik yayınlara kadar, Arap dünyası araştırılmayı ve öğrenilmeyi bekliyor.
Metin Özer
Yolun başına yeni geliyoruz…
22 Şubat 2017, Çarşamba