İslâm dünyası ve Müslümanlar olarak, artık şunu anlamış olmalıyız: Temel insan hakları, demokrasi ve özgürlükler konusunda Batı'nın ve uluslararası sistemin tutarlılık diye bir derdi yok. Dolayısıyla, yaşadığımız her problemde onlara ilkeleri hatırlatmaya, haklara saygı göstermelerini talep etmeye, başımız sıkışınca onlardan yardım istemeye de gerek yok.
Bugünlerde arka arkaya yaşanan iki gelişme, bu gerçeği bir kez daha teyit etti. Önce ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray'da Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi'yi samimi bir şekilde ağırladı. Ardından Suriye'nin İdlib bölgesinde onlarca sivilin hedef olduğu bir kimyasal saldırı düzenlendi. Ortadoğu'nun iki büyük yabancı gücünden ABD, Mısır'daki darbeye sahip çıkarken; diğer süper güç Rusya da Suriye rejiminin cürümlerine kucak ve kanat açmayı sürdürdüğünü gösterdi.
Birbirine düşman ve rakipmiş gibi görünen ABD ile Rusya'nın, sadece kendi menfaatleri doğrultusunda siyaset yürüttüklerini, İslâm dünyasına karşı tavır konusunda da gayet ortak hareket edebildiklerini gösteren gelişmelerdi bunlar aynı zamanda. Birkaç günlük siyasi kazanımlar ve iç siyaset kavgası uğruna zaman zaman “Trump'çı” ya da “Putin'ci” olanlarımızın ibret alması gereken manzaralardı ayrıca.
Donald Trump'ın “yerleşik düzene meydan okuyan sarışın kahraman” olarak pazarlandığını, Vladimir Putin'in de “yeni ve karizmatik uluslararası partnerimiz” olarak kucaklandığını hatırlayınca, ABD ve Rusya'nın çizmeleri altında ezilen mazlumlara karşı insanın yüzü daha da kızarıyor.
***
Başkan seçildiğinde, Donald Trump'ın Ortadoğu'nun dengelerine nasıl yaklaşacağına dair birçok tahmin, temenni ve peşin okuma söz konusu olmuştu. Atılan son adımlara bakınca, manzaranın büyük oranda netleştiği söylenebilir:
Trump ve ekibi, kendi ifadeleriyle “radikal İslâm”ı bir tehlike olarak kabul ediyor. Bu nedenle, Ortadoğu ve İslâm dünyasındaki bütün siyasi ya da silahlı hareketler, Trump kabinesi tarafından otomatikman “potansiyel düşman” addediliyor. AK Parti, Müslüman Kardeşler (İhvân), Nahda, Hizbullah, Hamas vs. hiç fark etmiyor. Trump ve etrafındakiler, Müslüman dünyadaki bütün yerel alternatifleri kafalarında aynı çuvala dolduruyor. Türkiye gibi ülkeleri “yine de yedekte tutma” eğilimi varken, mesela Mısır'da İhvân gözden çıkarılmış bulunuyor.
Trump'la birlikte, ABD'nin Ortadoğu'daki otokrat yönetimleri sonuna kadar destekleme siyaseti de bölgeye geri dönmüş görünüyor. Arap Baharı adı verilen bir mücadele süreci adeta hiç yaşanmamışçasına, Cumhuriyetçi refleksler tekrar sahneye çıkıyor. Arap Baharı, bu gidişle, sâbık ABD Başkanı Barack Obama'nın döneminde yaşanıp bitmiş bir macera olarak tarihe geçecek. Ve Obama, kararsızlıkları ve yalpalamalarıyla Arap dünyasının dengelerini alt üst eden isim olarak anılacak.
Trump'ın bölgeyle ilgili her adımı, Ortadoğu'yu yeniden Arap Baharı öncesindeki statükoya döndürmeye matuf. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez'le saflar yeniden sıklaştırılıyor, İran tekrar uluslararası sistemden dışlanıyor.
Suriye ve Irak söz konusu olduğunda ise, tıpkı Obama döneminde olduğu gibi yeni ABD yönetiminin de, Rusya ile eş güdüm ve koordinasyon içinde hareket ettiği gözlemleniyor. Şöyle bir anlaşmadan dahi söz edilebilir: Suriye'nin fiilen Moskova'nın kontrolüne bırakılması karşılığında, Irak'ta da Washington'ın borusunun ötmesi.
Yüz yıl önce, gizli bir müzakere sürecinin sonunda dünyanın gözlerinden uzakta imza edilen ünlü Sykes-Picot Anlaşması gibi, ABD ile Rusya arasında da gizli bir anlaşma söz konusu olabilir. Hükümetleri ve dönemleri aşan, ülkelerin gündelik politikalarının çok ötesinde, çok boyutlu, stratejik ve kritik bir anlaşma… Belki bunu da, Sykes-Picot'da olduğu gibi, sürpriz ifşalar yoluyla resmen de öğrenebiliriz.
***
İslâm dünyasında yaşanan tüm gelişmeler, trajediler, katliamlar ve daha niceleri, bizi aynı noktaya götürüyor hep: En büyük eksiğimiz, bu toprakların akıbetini dert edinen, meseleleri yabancılara söz düşürmeden çözmeye talip ve kendine güveni sağlam olan yönetimler ve liderler. Türkiye'yi hariç tutacak olursak, neredeyse bütün ülkelerin ana sorunlarının kaynağı bu, denilebilir. Herhangi bir problemde dış dünyayı suçlamadan önce bünyenin kendi içine bakmak, tedaviye giden yolda doğru bir teşhis aşaması olacaktır. Yerli yerince teşhis edilmeyen hastalıklar için isabetli tedavilerin geliştirilemeyeceği malum.
Suriye krizi, Filistin sorunu, Mısır'da yaşananlar ve diğer önemli bölgesel meselelerde, problemin kaynağı İslâm dünyasının kendisiyle çok yakından ilgili. İslâm dünyası ortak hareket edebilseydi Suriye bu hale gelmeyebilirdi. Filistin içinde birlik sağlanabilseydi, İsrail işgali bu denli kolay ve yıkıcı olmayabilirdi. Arap ülkeleri Mısır'daki darbeyi desteklemeseydi, önümüzdeki acıklı tablo ortaya çıkmayabilirdi. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün.
Tekrar başladığımız noktaya dönersek:
Batı'dan yardım ya da empati beklerken, onların tutarlılık diye bir dertlerinin olmadığını hiç unutmayalım. Bir şeyi daha unutmayalım: İslâm dünyasındaki devasa sorunlar, ancak bizde çözüm iradesi ortaya çıkarsa çözülebilir. İçinde bulunduğumuz darmadağın halin sebebi de, bu iradenin yokluğu zaten.
Metin Özer
Tutarlılık dertleri yok
05 Nisan 2017, Çarşamba