Haçlı Seferleri’nin hemen öncesinde İslâm dünyasının genel manzarasını yansıtan bir haritayı önümüzde koyduğumuzda, gördüğümüz şudur: Endülüs’te Emevîler, Mısır merkez olmak üzere Kuzey Afrika, Filistin ve Hicaz’da Şiî Fâtımîler, Bağdat ve çevresinde ise Abbasîler. Her üç devlet de kendisini ‘hilâfet’ makamına nispet ettiği için, İslâm tarihinin bu evresinde Müslümanların üç ayrı halifesi vardır. Bu halifelerden biri de Şiî’dir üstelik. Kurtuba, Kahire ve Bağdat’taki bu halifelerin, birbirlerine rakip (hatta hasım) olduğunu söylemeye gerek yok elbette. Yine bu dönemde, Mısır Şiîliğin merkeziyken, bugünkü İran toprakları Sünnîlerin kontrolü altındadır.
Salahaddîn Eyyûbî, 1171’de Fâtımî devletini ortadan kaldırır kaldırmaz, Şiî öğretiyi yaygınlaştırmak için Fâtımîler tarafından kurulan Ezher’i de geçici olarak kapattı. Ezher’in müfredatını ve eğitim kadrosunu baştan aşağı yenileten Salahaddîn, burasını Sünnîliğin en önemli talim ve tedris merkezi haline getirdi. Kudüs’ü Haçlıların elinden alacağı 1187’ye kadar Suriye ve çevresindeki Müslüman emirlikleri kendisine boyun eğdiren Salahaddîn, 1193’te Şam’da vefat ettiğinde, ardında köklü değişimlerle coğrafyayı yeniden inşa ettiği bir siyasal miras bırakmıştı. Bu mirasın en çarpıcı noktası ise, yaklaşık 200 yıl Şiîliğin kalesi durumunda olan Mısır’ın, Sünnî dünyanın çekim merkezlerinden birine dönüştürülmesiydi. Mısır, bu vasfını hâlâ korumaktadır.
Mısır bu şekilde yeniden Sünnî kimliğe bürünürken, bugünkü İran dolaylarında o zamanlar hâlâ güçlü Sünnî devletler hâkimdi. Selçuklular, Harzemşahlar ve Anadolu Selçukluları’nın nöbeti devralmasının ardından, 1500’lerin başından itibaren İran’da Safevî hâkimiyeti sahneye çıktı. Sünnî Türkmenlerin desteğini alarak işbaşına gelen Şah İsmail’in devletin ve ülkenin yönünü Şiîliğe çevirmesiyle, İran artık tamamen başka bir kimliğe kavuştu. Bu kimliğini, bugün de hâlâ korumaktadır.
***
Geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren Türkiye, İran ve Mısır’daki ‘modernleşme’ hamlelerinin küçük nüanslarla birbirini izlediğini söyleyebiliriz. İran’da Pehlevî hanedanının kurucusu Rıza Şah’ın, 1934’te Türkiye’yi ziyaretinin hemen arkasından Tahran sokaklarında çarşaf ve peçeyi yasaklamaya kalkışması, bu izleyişin yer yer bir öykünmeye de dönüştüğünü gösteriyordu örneğin. Aynı dönemde, İran’la Mısır arasında da işbirliği ve diyalog üst düzeydeydi. Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza, Mısır Kralı Fuâd’ın kızlarından Prenses Fevziye ile bir evlilik bile yapmıştı hatta.
Mısır’da 1952’de askeri darbeyle krallığın ilga edilmesi ve ülkenin bilâhare Sovyetler Birliği kampına kayması, Kahire’yle Tahran’ın ilişkilerini yeniden gevşetti. ABD’nin bölgedeki jandarmasına dönüşen İran, Sovyetler’in Ortadoğu üssü haline gelen Mısır’a elbette mesafeli olacaktı.
İki ülke arasındaki ilişkiler, Cemal Abdunnâsır’dan sonra işbaşına gelen Muhammed Enver Sedat’ın Mısır’ın rotasını ABD’ye çevirmesiyle yeniden rayına girdi. Şah’la şahsi dostluk da kuran Sedat, 1979’da ülkesini terk etmek zorunda kalan Şah ve eşi Farah Diba’yı Kahire’de misafir etti. Şah, ertesi yıl Kahire’de kanserden öldüğünde, Sedat’ın emriyle başkentin en büyük camilerinden Rıfâî’nin içindeki özel bir odaya defnedildi.
Baş düşmanlarının Kahire’de “devlet konuğu” olarak ağırlanması, elbette Humeynî ve yol arkadaşlarını çok kızdırdı. Mısır’la İran ilişkileri bir kez daha koptu. Şah’ın ölümünden bir yıl sonra, 1981’de Enver Sedat bir suikasta kurban gittiğinde, bu haber İran’da bayram sevincine yol açtı. Sedat’ı öldüren Yüzbaşı Hâlid el İslâmbûlî’nin ismi, Tahran’ın en büyük caddelerinden birine verildi. Kahire-Tahran arasındaki irtibat, artık tamamen yok olmuş görünüyordu. İran rejiminin devrimden sonra geliştirdiği ABD ve İsrail karşıtı ateşli söylem, Mısır’ın ABD ve İsrail’le yakın koordinasyonuna karşı bir tür reddiye niteliğindeydi.
***
Tarih akışını sürdürürken, Mısır-İran ilişkileri, bugün yeniden balayı evresinde. Tahran-Riyad çekişmesine rağmen, Sisi yönetiminin İran’a karşı yaklaşımı, içinde yer aldığı ittifaktan oldukça farklı. Suriye’de Beşşar Esed’den yana tavır alan Mısır, Türkiye’yle yaşadığı gerilimin de etkisiyle, İran’la arasındaki mesafeyi epey kısaltmış durumda. İran ise, Sedat’ın katilinin ismini Tahran’daki o caddeden çoktan kaldırmıştı zaten.
Mısır’la İran’ın, askerin siyaset ve ekonomi üzerindeki mutlak tahakkümü noktasından da ilginç bir benzerlikleri var. Her iki ülkede de sistemin göbeğinde askerler oturuyor, asker zihniyetli ‘sivil’ler ülkenin siyasetine yön veriyor. Medya ve doğal kaynakların yönetimi de tamamen askerin parmaklarının ucunda. Perde önünde seçimler yapılıyor ve ‘siviller’ işbaşına geliyor görünse de, son tahlilde askerin dediği oluyor. Çarpıcı bir ayrıntı olarak, İran’ın ‘sivil’ Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin, Suriye’de şu anda uygulanmakta olan askeri doktrinin teorisyenlerinden biri olduğu, genelde dikkatlerden kaçan bir husustur.
Özetle: Birbirinden çok uzak ve ayrı gibi görünen iki Ortadoğu ülkesinin, tarihin eski dönemlerinden beri böylesine yakın irtibat içinde bulunması, bölgemizdeki hiçbir unsurun bir diğerinden bağımsız anlaşılamayacağını bir kez daha hatırlatıyor bize.