Metin Özer
“Şehit Saddam”
Saddam Hüseyin’in 16 Temmuz 1979’da Irak yönetimini resmen eline geçirmesinden hemen sonra, Irak Sinema ve Tiyatro İdaresi, ülke tarihine damga vurmuş olaylardan birini beyaz perdeye aktarmaya karar verdi.
636’da İslâm ordularının bugünkü Irak ve İran topraklarını fethetmesiyle sonuçlanan Kâdisiyye Savaşı’nı anlatacak bir film çekilecekti. Bunun için 15 milyon dolarlık bir bütçe hazırlayan kurum, Arap dünyasının en önemli yönetmenlerinden Salâh Ebû Seyf’le temasa geçti.
Mısır asıllı olan Salâh Ebû Seyf, gençlik yıllarında bir süre tekstil sektöründe çalıştıktan sonra sinemaya atılmış, biribirinden başarılı çok sayıda filmle kendini tanıtmıştı. Sanatının doruğunda, 65 yaşında bir usta olarak kendisine Kâdisiyye teklifi geldiğinde, hızlı bir şekilde senarist Mahfûz Abdurrahman’la bağlantı kuran Ebû Seyf, filmin taslak senaryosunu kısa zaman içinde Iraklı heyete sundu. Irak Sinema ve Tiyatro İdaresi’nin projeye onay vermesinin ardından, film için oyuncu seçimine başlandı.
Kâdisiyye’de İslâm ordularının başkomutanlığını yapan sahabi Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı Mısırlı aktör İzzet Alaylı canlandıracaktı. Sa’d’ın savaş başlamadan hemen önce evlendiği, Musennâ bin Hârise’nin dul eşi Selmâ’yı canlandırması için Iraklı oyuncu Şezâ Sâlim tercih edildi. Ünlü Arap komutan Ebû Mihcen es-Sekafî rolü Kuveytli aktör Muhammed Mansûr’a verilirken, filmde Suâd Husnî (Mısır), Kâsım Muhammed (Irak), Hâle Şevket (Suriye) gibi Arap kamuoyunun yakından tanıdığı isimler rol aldı. Bütçe de epey kabarık olduğundan, o dönemde ön planda bulunan bütün starlar, böylece projeye dâhil edildi.
Müslümanlarla ateşperest Sâsânî İmparatorluğu kuvvetleri arasında gerçekleşen Kâdisiyye Savaşı’nda filler kullanıldığından, filmde bu ayrıntı da ihmal edilmemişti. Afrika ve Asya’dan temin edilen 100’den fazla fil Irak’a getirilerek, savaş sahnelerinin çekiminde kullanıldı. Hayvanların bakımı ve barınması için inşa edilen tesisler, birkaç kasaba boyutundaydı.
Sâsânî İmparatorluğu’nun görkemli başkenti Medâyin’de (Ktesiphon) bulunan Kisra Yezdicert’in sarayı, film için birebir canlandırıldı. Kurulan dev dekorda, sarayın bugünkü Bağdad’ın 35 kilometre güneydoğusunda yer alan kalıntıları örnek alındı. Sarayda Kisra’nın zincirle tavandan sarkan som altın tacından, mücevherlerle süslü ihtişamlı tahtına kadar bütün ayrıntılar mevcuttu.
Yaklaşık iki yıllık sıkı ve yoğun bir çalışmanın ardından, Kâdisiyye, 1981’de Irak ve Mısır’da vizyona girdi. Sinemalarda Kâdisiyye’nin gösterime sunulduğu tarihte, İran-Irak Savaşı çoktan başlamıştı. İran topraklarının İslâmlaşmasının anlatıldığı bir filmin, tam da İran’ın Irak topraklarında siyasi emellerini yüksek sesle dile getirmeye başladığı bir zamanda seyirciyle buluşması, Kâdisiyye’yi bir propaganda malzemesine dönüştürmüştü. Filmin teknik açıdan ve anlattığı hikâye yönünden -neredeyse- kusursuz oluşu, en azılı Saddam karşıtlarını bile Kâdisiyye konusunda Irak yönetimini tebrike zorluyordu. Aradan geçen uzun zamana rağmen, 2014 Kahire Film Festivali’nin açılış filmi olarak seçilmesi de, Kâdisiyye’nin Arap sinema âleminde edindiği müstesna yeri gösteriyordu.
***
2003’te Irak’ın ABD tarafından işgalinin ardından devrilen, bilâhare de yargılanarak idam edilen Saddam Hüseyin’i işte bu Kâdisiyye filmiyle hatırlıyorum ben. Tıpkı Muammer Kaddafi’yi, finanse ettiği Çağrı ve Çöl Aslanı (Ömer Muhtar) filmleriyle hatırladığım gibi. Halklarına reva gördükleri muamele, yolun sonunda kendi akıbetlerini de belirleyen bu iki diktatör, arkalarında İslâmî sinema sanatının en nadide örneklerini bıraktılar. Çekilmesine vesile oldukları filmler, bugün birçok yönden hâlâ tesirini ve büyüsünü korumaya devam ediyor.
Saddam’ı ve Kaddafi’yi düşünürken, “Bize kazandırdıkları filmlerde verilen İslâmî mesaja biraz uygun hareket etmeyi düşünselerdi, Ortadoğu’nun tarihi bambaşka şekilde yazılırdı” demeden de edemiyorum doğrusu.
***
Geçtiğimiz 20 Mart, Irak’ın işgalinin 15’nci yıldönümüydü. Bu vesileyle, Saddam sonrasında Irak’ın içine yuvarlandığı kaosa bakıp, yeniden Saddam’ı özleyenler de parmaklarını kaldırmaya başladılar. Sırf ABD ile kavgalıydı diye Saddam’a övgüler düzenlerimiz ve sadece ABD tarafından kurulan bir mahkemece idam edildiği için kendisini “şehit” ilân edenlerimiz, onun yönetimi altında Irak halkının çeşitli kesimlerinin yaşadığı acıları ise görmezden geliyor. Bugün Saddam’lara Kaddafi’lere lâyık görülen övgü ve iltifatlara bakıp, “Beşşar Esed de günün birinde aynı iltifatlara mazhar olacak mı acaba?” diye sormamak imkânsız.
Oysa ölçümüz belli: Liderleri, kendisinin karşıtları veya taraftarları üzerinden değil, bizzat yaptıkları ve yapmadıklarıyla değerlendirmemiz gerekiyor. “Halkına nasıl davrandı?”, “Özgürlük taleplerine ne cevap verdi?”, “Ülkesinin zenginliğiyle ne yaptı?” sorularını sormadan, ezbere yapılacak bütün değerlendirmeler, geçersiz kalmaya mahkûmdur.
Saddam örneği çerçevesinde, üzerinde kafa yoracağımız esas soru da şu: İslâm dünyası, dışarıdan müdahale ve zorlama olmaksızın, kendi içindeki yanlışları ve aksaklıkları gidermeyi ne zaman öğrenecek?