Suudi Arabistan Kralı Abdulaziz'le ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt arasında 14 Şubat 1945 günü gerçekleşen görüşme, Ortadoğu'nun yakın tarihinin dönüm noktalarından biridir. Süveyş Kanalı'na demirleyen Amerikan savaş gemisi USS Quincy'deki görüşmede, iki devlet arasındaki uzun süreli işbirliği ve koordinasyonun da temelleri atılmıştı. Zaman zaman bazı sarsıntılar yaşansa da, bu yakın ortaklık günümüzde de hâlen devam ediyor.
Tarihi zirvenin sonucunda Amerikalılar Suudilerin üzerinde oturduğu muazzam petrol okyanusunun imtiyazını elde ederken, Suudiler de bölgenin en güçlü ülkelerinden biri haline gelmelerine sebep olacak ekonomik kazanımlara erişiyordu. Anlaşmanın siyasi içerikli maddeleri de vardı. Roosevelt, Kral Abdulaziz'den “petrolü uluslararası ilişkilerde silah olarak kullanmamaları” ricasında bulunmuştu. Kral'ın buna verdiği cevap, “Siz de Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını engelleyin” şeklindeydi. Taraflar birbirlerinin taleplerini kabul ettiler. Görüşme, çifte memnuniyetle sona erdi.
(Stephen Kinzer'ın 'Ezber Bozmak' kitabında kaydettiği ilginç bir ayrıntı daha var. Suudilerden petrol imtiyazı sözünü alınca, Başkan Roosevelt, “Bağışlayın beni” der, “İngilizler dururken neden bizi tercih ettiniz?” Kral Abdulaziz'in cevabı gülümseticidir: “Çünkü siz uzaktasınız!”)
Ortadoğu'da yeni bir denklemin vücuda geldiği görüşmeden yalnızca iki ay sonra, 12 Nisan 1945'te Başkan Roosevelt hayatını kaybetti. “Roosevelt yaşasaydı, İsrail projesinin Filistin topraklarında hayata geçirilmesinin mümkün olup olmayacağı” sorusu çok önemlidir. Zira kendisinden sonra başkanlığı devralan yardımcısı Harry Truman'ın Siyonistlere verdiği sıcak destek, İsrail'in kurulmasına giden yoldaki en kritik kilometre taşı olmuştur.
Truman'ın, 1944 seçimlerinde Henry Agard Wallace'un yerine aniden başkan yardımcılığına aday gösterildiğini düşündüğümüzde, Roosevelt sonrasının dikkatle planlandığı anlaşılıyor. İngiltere'nin Filistin'deki mandasının 1948'de bitişi sırasında Truman'ın ABD'de ipleri eline almış olması da hesaplanmış görünüyor. İster “komplo teorisi”, ister “kaderin cilvesi” diyelim; bu rastlantının 'tesadüfen' olması epey güç.
Suudiler, ABD'ye petrolle ilgili verdikleri sözü uzun süre tuttular. 1956'da Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirme adımında Amerika'nın Araplardan yana tavır alması da, bu tutumu destekledi. Böylece, 1964'te kardeşi Suûd'un ulemanın fetvasıyla azledilmesinden sonra Suudi Arabistan tahtına oturan Faysal bin Abdulaziz, özellikle ekonomik alanda büyük ölçüde ABD'ye bağlı bir ülkenin yönetimine geçmiş oldu.
Faysal, kendisinden önceki ve sonraki kardeşlerinin aksine, dindarlığı ve bölgesel meselelere İslâm nazarından bakma gayretiyle dikkat çekiyordu. 1960'lara damgasını vuran Suudi Arabistan-Mısır çekişmesi, aslında bir yönüyle bir dünya görüşü kavgasıydı da. Sovyetler etkisindeki Mısır'ın ideolojik duruşu, Faysal'ı bilhassa rahatsız ediyordu.
1970'te Abdunnâsır ölüp yerine Enver Sedat geçince, Suudi Arabistan'la Mısır yeniden yakınlaştı. Kral Faysal, özellikle İsrail'le mücadele konusunda Sedat'ın şahsında samimi bir ortak bulduğunu düşünüyordu. Kral'ın zihin dünyasında, Arapların İsrail'i yok ederek yeniden kendi şahsiyetlerini bulacaklarına dair bir hülya da vardı. 1967'deki Altın Gün hezimetinin bir rövanşı olarak, 1973'te Mısır öncülüğündeki birleşik Arap kuvvetleri İsrail'e saldırdığında, Suudi Arabistan elindeki bütün imkânları Kahire'nin emrine vermişti.
Ancak Kral Faysal'ın bilmediği bir şey vardı: Sedat'ın gerçek amacı, İsrail'i hezimete uğratmak değil, Tel Aviv'le imzalamak istediği bir barış anlaşmasına ABD'yi ikna etmekti. Sedat, Mısır ordusunun yeniden savaşmaya muktedir olduğunu göstererek, barış masasına güçlü bir şekilde oturmak istiyordu. Ötesini değil. Faysal'ın savaşa girerken amacıysa bunun çok daha ilerisiydi.
ABD'nin savaşa İsrail lehinde müdahalesi ve Arap ordularının ateşkese mecbur bırakılması Kral Faysal'ı öylesine sinirlendirdi ki, petrol üreten ülkeler Suudi Arabistan öncülüğünde Batı'ya ambargo başlattı. Kimsenin aklına bile gelmeyen bu adım, Amerika'nın ücra kasabalarına kadar etkisini gösterecek küresel bir krizi tetikledi, borsalar çöktü. Suudiler ellerinde ne büyük bir koz olduğunu bütün dünyaya gösterirken, aynı zamanda 1945'te petrolle ilgili verilen o sözü de ihlal etmiş oluyorlardı.
Ambargonun sona erdirilmesinden kısa bir süre sonra, 25 Mart 1975'te Suudi Arabistan Kralı Faysal, Riyad'daki sarayında kendi adını taşıyan yeğeni Faysal bin Musâid tarafından yakın mesafeden vurularak öldürüldü.
Kral Faysal'ı kimin öldürttüğü, henüz resmen açıklanmış değil. Ancak, petrol üreten Arap ülkelerine bu suikastla açık mesaj verildiği de su götürmez bir gerçek. Nitekim 1975'ten günümüze hiçbir Arap lider, petrolü (ve doğalgazı) uluslararası ilişkilerde bir silah olarak kullanmaya kalkışmadı. “Sarayında”, “kendi yeğeni tarafından”, “yakın mesafeden” sözcükleri, hepsinin zihninde capcanlı yaşıyor çünkü.
Ürdün Krallığı'nın siyasetini nasıl 1951'deki Kral Abdullah suikastı şekillendirdiyse, Kral Faysal suikastı da Suudi Arabistan'ın İsrail siyasetini şekillendirdi. “ABD'ye rağmen” Kudüs politikası geliştirmek ve uygulamaya kalkışmak da, Faysal'la sona eren buruk bir hatıra olarak kaldı.
Metin Özer
Sarayında, yakından, yeğeni tarafından…
08 Mart 2017, Çarşamba