“Kültür”, bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Ruhsuz bir toplum, bırakınız insanlığın önünü açmayı, varlığını bile sürdüremez.
Bu kadar net bu!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçenlerde, “kültür’de varlık gösteremediğimizi, kültürü ihmal ettiğimizi” söyledi.
Neden peki?
Tam da bu sorunun cevabının izini sürmeye çalıştığım bir yazımı gözden geçirerek sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm. Buyurunuz efendim…
19. Yüzyıl ekonomi çağıydı. Art arda yaşanan iktisadî devrimler, ekonomi’yi hayatın merkezine yerleştirdi. Kapitalizmi, hayatı çölleştiren bir makinaya dönüştürdü...
En ürpertici silahları, insanları kitleler hâlinde katleden kitle imha silahlarını, biyolojik silahları ondan sonra icat ettiler kapitalizmin köleleri.
Kapitalizmin en gelişmiş silahlarıyla bütün dünyayı köleleştirdiler.
Ve insanlığın binlerce yıllık medeniyet birikimlerini önce talan ettiler, yerle bir ederek tarihten sildiler.
Sonra da buna “uygarlığın barbarlığa karşı savaşı” dediler.
İnsanlık, hiç bu kadar alçalmamış, barbarlaşmamıştı!
KÜLTÜR DEĞİL HİKMET
Çağımız kültür çağı.
Ekonominin yerini kültür aldı.
Bütün savaşlar, önce, kültür savaşları artık.
Burada “kültür” kavramının son derece kaypak ve muğlak olduğunu hatırlatmak isterim.
Kültür’le kastedilen şey, “bir toplumun ruhu”, ruh kökleri.
Cemil Meriç, o yüzden, “kültür” kavramı yerine “irfan"ı önerdi.
Ziya Gökalp’in “hars” önerisinden daha anlamlı bir öneriydi bu.
Hars, “ekip-biçmek” anlamında “kültür"ü kabuk düzleminde karşılıyordu. Ama “kültür”, kabuk değildi, “öz”e işaret ediyordu.
Ziya Gökalp’in yanlışı da, Cemil Meriç’in yanılgısı da, Batılı bir kavrama, “Doğulu” bir içerik bulmaktı.
Oysa başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Temel varoluşsal ilkemiz bu olmalı. Evrensel “varoluş ilkesi”.
O yüzden aslolan, kültür’ün özünü oluşturan ruh’tur.
İLİM’LE BİLİR’SİN, İRFAN’LA BULUR’SUN, HİKMET’LE OLUR’SUN...
Ruh, bizim medeniyetimizde, Hikmet’in, Hikmet yolculuğunun eseri ve meyvesidir.
İnsanın hakikat yolculuğu, üç alanda, aynı anda yolculuğa çıkıldığında insanı hakikate ulaştırma sürecinde katkı sunar.
Akıl, Kalp ve Ruh’tur bu üç alan.
İlim yolculuğuna akıl’la çıkılır, bilme çabası gerçekleştirilir.
Hakikate bilmek’le değil, olmak’la ulaşılır...
O yüzden yolculuğun devam etmesi gerekir.
Bunun için ikinci aşamada irfan devreye girer, Kalbi harekete geçirir. Hakikat’in izi sürülür...
Sonra, üçüncü aşamaya geçilir: Hikmet devreye girer, Ruh’u harekete geçirir. Ruh’la “oluş” gerçekleştirilir.
Özetle:
Akıl’la bilirsin, yola çıkarsın.
Kalp’le bulur/bulunursun, yolda olursun.
Ruh’la “olur”, olgunlaşır, “yol” olursun.
Meselenin püf noktası şurası: İslâm tefekküründe bu üç alan da (“akıl, kalp ve ruh” da), bu üç vasıtayla gerçekleştirilen yolculuk da, (“ilim, irfan ve Hikmet yolculukları da) birbiriyle kopmaz irtibat hâlindedir.
Tam da bu nedenle, ilim’de Hikmet’in tohumları gizlidir.
Yine bu nedenle, ilmiyle amel edene bilmedikleri öğretilir.
İlmiyle amel etmek, irfan yolculuğuna adım atmak ve hikmet yolculuğuna çıkma melekeleriyle donanmaktır.
“DAĞ"A ÇEKİLECEĞİZ... “DAĞ"IN ÇAĞRISINA KULAK KESİLECEĞİZ...
Peki nasıl olacak bu?
Mevcut ortama, kültüre, kültürel kodlara, zihin yapılarına eklemlenmek yerine Ümmîleşerek…
...Dağ’a çekilerek... Dağ’ın çağrı’sına iştirak ederek...
Bir Rahmet Peygamberi gibi, Bir Hz. Musa gibi “Dağ”a çekileceğiz... Hira’mıza... “Mağara"mıza...
“Dağ"ın onaran, olgunlaştıran, diri tutan sesine kulak vereceğiz...
Ümmîleşeceğiz... Kendimize geleceğiz...
Yer’imizi aslâ terketmeyeceğiz...
Dünyanın bütün geçici nimetlerini elimizin tersiyle iteceğiz...
Hakikatin kalıcı, derinlerde köksalıcı, insanlığın önünü açıcı şarkısını bestelemek için nefes alıp vereceğiz...
Bu dünyada yaşayacağız ama bu dünyayı yaşamayacağız...
Bu dünyayı dâr / yurt edinenlerin, insana dünyayı dar ettikleri gerçeğini kulağımıza küpe edeceğiz...
Umut olacağız... Ufka kanat çırpacağız... Yalnızca Umutlarını yitirmeyenler, bize ufuk sunabilirler, ilkesini unutmayacağız...
“Gökkubbeyi yere düşürmeyeceğiz"...
Bir Sezai Karakoç gibi “dağ"ın çağrısına ayarlayacağız saatlerimizi... Diriltici ve gönendirici çağrısına...
Bir İsmet Özel gibi, “toparlanın gitmiyoruz” diyeceğiz...
Dünyaları verseler de Yer’imizi, duruşumuzu, terketmeyeceğiz aslâ!
Siyasa’nın ve piyasa’nın değil, hakikatin izini süreceğiz...
Hakikate ayarlı saatlerimiz, yeri ve zamanı gelince, bizi harekete geçirecek...
Nefesimizi hakikatin sesine, Hakikatin sesini insanlığın nefesine dönüştürme mücahedesi ve mücadelesi vereceğiz...
Sahteye, sığlığa prim vermeyeceğiz...
KUTSALLARINI YİTİREN RUHSUZLAR, OMURGASIZLAR KÜLTÜR‘DEN ELLERİNİ ÇEKMEDİKÇE...
Kutsallarını yitiren ruhsuzlara, omurgasızlara “kültürden kirli ellerinizi çekin!” diyorum...
Kültürde kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur çünkü.
“Kültür”, bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Tam da bu nedenle, bu toplumun ruh köklerinin yeniden diriltilmesinin önünde takoz gibi duran, kültürün altını oyan, ruhsuz, omurgasız kültür çeteleri, bu topluma ruhunu kazandıracak hiç bir şey sunamazlar; sunamadılar da nitekim.
Yalnızca kültürün altını oydular, bu toplumun ruhunu haraç-mezat sattılar... bu toplumun ruhunu, ruh köklerini kurutma savaşı vermekten başka bir şey yapmadılar; yapamazlardı da.
Bu nedenle, 40 yıldır kültürü yağmalayan, hiçbir kutsalı olmayan, ruhsuz, omurgasız çeteler ülkenin kültür politikasına yön veremez.
Yazık oluyor ülkeye.
Yazık oluyor bu ülkenin insanına.
Yazık oluyor bu ülkenin insanlığın önünü açan derinlikli medeniyet birikimine...