Ahmet Arslan
UCUZ GEVEZELİKLERLE İDEOLOJİK ÜSTÜNLÜK SAĞLAYAMAZSINIZ
12 Mayıs 2025, Pazartesi
1987 yılında başlayan profesyonel gazetecilik hayatım boyunca bölücü terör en önemli önceliğim oldu. Bölücü terörü, PKK meselesini en çok haber ve analiz yapan gazete (Yeni Düşünce) olduğumuz için kendi çizgimizdeki arkadaşlarımızın bile “Memlekette başka mesele mi yok? Türk milliyetçiliğini tamamen güvenlikçi bir söyleme indirgiyorsunuz. Başka tezleri yokmuş gibi bir izlenime sebep oluyorsunuz” şeklindeki eleştirilerine uğramıştık.
Örgütün tüm yayın organlarını, kadrolarının açıklamalarını, aralarındaki çelişkileri takip ettik. Bunlardan çok manşetler çıkardık. Çok büyük tehditler aldık. Koruma önerilerini “racona ters olacağı için” kabul etmedik.
Bir ara PKK’nın hem dağdaki hem de Şam ve Bekaa Vadisindeki kadrolarının isimlerini kod adlarıyla bile ezberlemiştik. Şu hususu açıkça belirteyim: Bizim o zaman bölücülüğe ilişkin sahip olduğumuz ham bilgi ile analitik yetenek devletin kimi birimlerinde dahi yoktu. Devir, PKK ve bölücülüğü sertçe eleştirdiğimiz vakit, “Çok doğru söylüyorsun da aman evladım çok da aşırıya gitmemek lazım” şeklinde “tavsiyelerine” maruz kaldığımız yumurta yüzlü emekli albayların devriydi.
1987 yılında bile meseleyi hala 12 Eylül öncesi süreci “sağ sol meselesi” şeklinde ele alan körlükten, ihanetten kurtulamamış güvenlik bürokrasisi kadroları vardı, bölücü terörü de “sağ sol meselesinin devamı” olarak görüyorlardı.
PKK’dan aldığımız tehditler kadar, kendisini “devlet zanneden” kimi müptezellerden de tehdit aldık. Pek çok dehlize girdik, pek çok karanlık koridorun havasını soluduk. Belki memlekette bu meselenin “çok kısa bir özeti gibi olan” rahmetli Ahmet Cem Ersever’in adım adım nasıl ölüme gittiğine, gönderildiğine ve şehit edildiğine adeta “canlı yayındaymışız gibi” şahit olduk.
Sonra bir sürü PKK itirafçısı başımıza sarıldı. Bir yığın belayla baş etmek zorunda kıldık. Maddi ve manevi bir sürü fedakârlıkta bulunduk. Devletimize helal olsun ama 28 Şubat’taki ihanetlere de şahit olduk. Kandil’e talimat veren “güvenlik bürokratlarının varlığını” öğrendik.
1994 yılında BBP’nin ilk yayın organı Yeni Hafta gazetesinde çalışıyordum. Yerel seçim süreciydi. O zaman PKK’ya müzahir partilerden birisinde milletvekili olan Hatip Dicle, yine o dönemde örgütün yayın organı Özgür Gündem gazetesinde, “BBP ‘Kürt meselesi’ konusunda MHP’den farklı düşünüyor. ‘Kürt realitesini’ kabul ediyor” gibi şeyler yazıyordu. O zaman “parti ile gazete” aynı görüldüğü için dönemin Özgür Gündem gazetesinin Ankara Temsilcisi beni aradı, bu hususta bir farkın olup olmadığını sordu. Elbette herhangi bir farkın olmadığını söyledim. Ama arada bir “iletişim” gelişti. Bir süre sonra aynı kişi beni tekrar arayarak, görüşmek için gazeteye gelmek istediğini söyledi. Ben de “gel” dedim.
Neyse eleman geldi, çok tedirgin tabi. Çay, kahve söyledim, biraz havadan sudan konuştuk. Sonra sadede gelerek, “Ben Bekaa Vadisine Abdullah Öcalan ile mülakat yapmaya gidiyorum, bir mesajınız var mı” dedi.
Tuzağa bakar mısınız?
PKK ve Türkiye’deki müzahir siyasi parti o dönem kendisine müttefik arıyordu. BBP gibi bir partinin o dönemde “Kürt meselesinde” en küçük bir yumuşama belirtisi bile onlar için çok “büyük kazanım” olurdu.
“Bir mesajınız var mı” ifadesi birden kanımı dondurdu. Önce tekme tokat girişeyim gibi aklıma saçma sapan şeyler geldi. Sonra kendimi toparladım, öfkemi bastırdım: “Var” dedim. “Gelecek Türk devletine teslim olacak, silahları teslim edecek. Bu işlerden vazgeçecek. Kendisini emperyalizme kullandırmasın” dedim.
Bu sefer de o şaşırdı.
“Ama bunlar çok basmakalıp, tekrar şeyler” gibi birkaç cümle söyledi. Ben de “Valla bizde bin senedir böyle. Tek ezberimiz Devlet-i Ebed Müddettir, başka bildiğimiz bir şey de yoktur. İşte Ülkücüler binlerce yıllık bu ezberlerin bekçisidir” dedim.
Eleman hayal kırıklığına uğrayıp gitti. En azından bir ümit ışığı, geleceğe dönük bir sinyal bekliyordu.
O zaman çok gençtim. Altı üstü bir gazetenin sigortalı bir çalışanıydım. Ama Ülkücüydüm.
Bugün Türkiye’ye “Ben gelip teslim olacağım, silahları bırakacağım” diye bir “başvuru” varsa bize de az da olsa bir iyimserlikle “gelin bakalım” demekten başka bir cevap düşmez.
Ne demeliydik yani, “Yok kesinlikle silah bırakmayın, Kızılay’da, Taksim’de bomba patlatmaya devam edin. Sınır boylarındaki karakollara, Irak’taki üs bölgelerine saldırmaya devam edin” mi demeliydik?
Ben şahsen ihtiyatlı bir iyimserliğe sahibim ama “bütün sorunları tamamen çözdük” noktasında da değilim. Bu iş zaman alacak. Bir sürü provokasyon olacak.
Daha önce de dediğim gibi silah bırakan biz değiliz.
Çok güçlü bir ordumuz ve savunma sanayiimiz var. Gereken neyse yapma irade ve kudretine sahibiz.
“PKK silah bırakıyor” diye yas tutanların kimler adına zevzeklik yaptığını çok iyi biliyoruz.
Kimse ucuz gevezeliklerle ideolojik üstünlük sağlayacağını düşünmesin.