Ezher Üniversitesi'ndeki müfredat değişikliği bağlamında, ulemâ-umerâ (âlimler ve yöneticiler) sınıfı arasındaki ilişkiler konusuna geçen cumartesi bir giriş yapmıştık. Önemine binâen, konuya bugün de devam edelim.
Hz. Peygamber'in vefatıyla birlikte, siyasi anlamda onun yerini alan râşid halifeler döneminde, devlet başkanları aynı zamanda dini konularda da toplumun önderiydi. Oluşturulan bir istişare heyeti sıklıkla karar alma süreçlerinde devreye girse de, dinî konuların kendilerine danışıldığı ve onaylarının alındığı “müftü” statüsünde özel bir isim yoktu. Bunda şimdilerde 'ortak akıl' tabir edilen mekanizmanın ön planda tutulmasının yanı sıra, yönetici sınıfın en üst düzeyde dinî bilgilerle donanmış olmasının da payı büyüktü.
Fetihlerle birlikte devletin toprakları genişledikçe, halkın dini ihtiyaçlarının karşılanması ve sorularının cevaplanması için şehirlere 'kadı'lar atama adeti başladı. Kadılar, Abbasî İmparatorluğu döneminde siyasal bir statüye kavuşarak, devlet başkanlarının resmi danışmanları haline geldiler. Abbasîlerin oluşturduğu 'kâdî al kudât' (kadıların kadısı / baş kadı) makamı, kısa süre içinde devlet hiyerarşisinin en kritik koltuklarından birine dönüştü. Hanefî mezhebinin ünlü fakihlerinden Ebû Yûsuf, Abbasîlerin kâdî el kudâtlarından biriydi.
Mısır merkezli bir imparatorluk kuran Memlûklar, dört mezhep (Şâfiî, Mâlikî, Hanefî ve Hanbelî) için ayrı ayrı kâdî el kudâtlar tayin ederken, bu kurum Osmanlı İmparatorluğu'nda kadıasker / kazasker ve sonrasında da şeyhülislâmlık unvanlarına dönüştü. Osmanlı tarihi, karizma ve ilmî derinliğiyle sultanları bile dize getiren şeyhülislâmların yanında, tümüyle sultanların emir kuluna dönüşen şeyhülislâmlara da şahitlik etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasının ardından Ortadoğu ve İslâm dünyasında oluşan yeni siyasal düzlemde, artık her ülkede “müftü” ya da “diyanet işleri başkanı” sıfatlı resmi dini liderler bulunuyor. Dini hayatın ahenginin sağlanması, ibadet mekânlarının tertip ve kontrolü, din dilinin ülkelerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi ve dizayn edilmesi, aşırılıkların törpülenerek 'ortalama' bir dini yaşantının oluşturulup korunması, tümüyle bu kişilerin sorumluluğu altında. İslâm dünyasındaki müftü ve diyanet işleri başkanlarının ilginç bir ortak özelliği de, -sayılı birkaç ülke hariç- hepsinin siyasi iradenin seçimi ve tayiniyle işbaşına geliyor olması. Bu, dini liderlerin icraatlarını ve aldıkları kararları çoğu kez direkt şekilde etkileyen, şekillendiren bir durum.
Türkiye'de 3 Mart 1924'te hilâfetle birlikte şer'iyye ve evkâf vekâletinin (din işleri ve vakıfları bakanlığı) de ilgâ edilmesinden sonra, “diyanet işleri reisliği” makamı oluşturuldu. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, şu anda 17'nci başkan olarak bu makamda oturan Prof. Dr. Mehmet Görmez'e kadarki serencâmı, Türkiye'de ulemâ-umerâ ilişkilerinin zamana göre seyrini de ortaya koyan ilginç ve derslerle dolu bir süreç.
Mustafa Öcal tarafından hazırlanan ve Ensar Neşriyat tarafından yayımlanan “Diyanet İşleri Başkanları ve Hizmetleri” adlı 1016 sayfalık hacimli çalışma, konuya meraklıların dikkatini çekecek, bereketli bir okuma vaat ediyor. Kitapta hayat hikâyeleri, yetişme tarzları, görevleri sırasında siyasi iktidarlarla kurdukları ilişkiler ve yaptıkları icraatları anlatılan Diyanet İşleri başkanları sırasıyla şunlar: 1) Mehmet Rifat Börekçi (1924-1941), 2) Ord. Prof. Dr. Mehmet Şerafettin Yaltkaya (1942-1947), 3) Ahmet Hamdi Akseki (1947-1951), 4) Eyüp Sabri Hayırlıoğlu (1951-1960), 5) Ömer Nasuhi Bilmen (1960-1961), 6) Hasan Hüsnü Erdem (1961-1964), 7) Mehmet Tevfik Gerçeker (1964-1965), 8) İbrahim Bedrettin Elmalı (1965-1966), 9) Ali Rıza Hakses (1966-1968), 10) Lütfi Doğan (vekâleten) (1968-1972), 11) Dr. Lütfi Doğan (1972-1976), 12) Prof. Dr. Süleyman Ateş (1976-1978), 13) Dr. Tayyar Altıkulaç (1978-1986), 14) Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu (1987-1992), 15) Mehmet Nuri Yılmaz (1992-2003), 16) Prof. Dr. Ali Bardakoğlu (2003-2010). Prof. Dr. Mehmet Görmez'in dönemi ise, herhalde kendisi hâlen görevine devam ettiğinden, kitapta yer almamış.
Öcal'ın çalışması Türkiye'nin yakın tarihine, din-devlet ilişkileri açısından ışık tutuyor. Ulemâ sınıfının siyasi iktidarlar karşısında ayakta kalma ve istiklâlini koruma çabasıyla birlikte, din kurumunun zaman içinde şekillenişinin ve günümüzdeki halini alışının hikâyesi de eksiksiz biçimde kitapta yer alıyor. Birbirinden ibretli, düşündürücü, yer yer üzücü anekdotlar eşliğinde...
Benzer belgeleme ve raporlamaların, İslâm ülkelerinin her biri için, dönem dönem yapılması da büyük önem arz ediyor. Siyasetin dine ve dini kurumlara müdahalesi, din dilinin zamanla şekillenmesi, dini kurumların dönüşümü ve bunun halk kitlelerine yansıması, günümüz Ortadoğu'sunu ve İslâm dünyasını derinlemesine anlayabilmek için ciddi bir gereklilik. İşte, enstitülerimize, ilahiyat fakültelerimize ve araştırma kuruluşlarımıza bâkir ve çok verimli bir çalışma sahası...