Metin Özer
Kıbrıs notları
“Babamın babası olan Hasan Dedem, Çanakkale Savaşı’nda İngilizlere esir düşmüş. İngilizler, savaş esirlerini gemilere doldurmuşlar, Malta’ya götürmek üzere yola çıkarmışlar. Dedem de onların içindeymiş. Yolda, gemilerin yüklerini Malta yerine Kıbrıs’a boşaltılmasına karar verilmiş. Dedem ve diğer esirler, böylece Kıbrıs’taki bir esir kampına getirilmiş.
Esirler kampta kalırken, çevredeki Kıbrıs Türkleri, bunların da Türkçe konuştuğunu fark etmiş. Derken, bir plan hazırlayıp kampta bulunan Müslüman-Türk esirleri kurtarmışlar. Dedem, bir Kıbrıs köyüne yerleşmiş. Köylüler ona kalacak yer gösterip iş öğretmiş. Boyu çok uzun olduğu için ‘magri’ (Rumca'da: büyük) lakabını taktıkları dedem, daha sonra aynı köyden bir kızla evlenerek yuva kurmuş.
Babam, 1960’ta, ben henüz 14 yaşındayken, Lefkoşa’daki Selimiye Camii’nin önünde Rumlar tarafından şehit edildi. Yaylım ateşinin ortasında kaldığında, kucağında bir yaşındaki kardeşim de vardı. Kardeşim sağ kurtuldu ama babam şehit düştü. Ben de, o dönemdeki birçok yaşıtım gibi, elime silah alıp cepheye koştum. Bozdağ mıntıkasında görevliydim ben. Komutanım silahı elime tutuşturduğunda, ateş etmeyi bile bilmiyordum. Ama hepsini öğrendik. Bütün arkadaşlarımız da aynı durumdaydı.
Peki, bizim silahlarımız adaya nasıl geliyordu? Elbette İngilizlerin göz yummasıyla. O zamanlar, İngiltere müsaade etmese Kıbrıs’a hiçbir şey girip çıkamazdı. İngiltere bir yandan bize silah sevk ettiriyor, bir yandan da Türkiye’yi Kıbrıs konusunda daha aktif bir dış politika tatbik etmesi için zorluyordu. Adanın tamamen Yunanistan’ın kontrolüne girmesi, İngilizlerin asla arzu etmeyeceği bir durumdu. Bu yüzden, Türkiye’yi meseleye dâhil olmak zorunda bıraktılar.
İngilizler, Rumlara karşı Türklerin de silahlanmasına göz yumdu ki, adada gerilim hep sürsün. Kıbrıs meselesinin şu veya bu şekilde çözülmesine İngilizler hiçbir şekilde razı olmazlar. Kalıcı barış, onların işine gelmez. İngilizler için Kıbrıs’taki üslerinin güvenliği ve bekası, adayla ilgili politikalarının temelini oluşturur. Kıbrıs sorununu kavrayabilmek için, bu noktayı görmek şarttır. Öbür türlü, kavgayı Türk-Yunan gerilimi zannedersiniz ve yanılırsınız.
Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük, İngilizlerin bizi bir plan çerçevesinde silahlandırdığının farkındaydı. Fakat onlar da durumu mümkün olduğunca lehe çevirmek için uğraşıyordu. Ben 45 yıla yakın Denktaş’ın yanında bulundum. Kendisinin seçim kampanyalarını organize ettim, ofisinde görev aldım. Denktaş, Kıbrıs’ta durumun Türklerin aleyhine değişebileceğinin farkındaydı, ama elinden gelebilecek fazla bir şey yoktu.
Şu anda Kıbrıs’taki durum, bizim 1970’lerde hayal ettiğimizden çok daha iyi. Fakat şimdi adadaki siyasetçiler kendi tarihlerini bilmediklerinden ve geçmişte yaşananlardan habersiz olduklarından, gelecekte hangi adımları atacaklarını düşünemiyor. Bu, Kıbrıs adına ciddi bir tehlikedir. Geçmişinizi bilmezseniz, bugünü anlayamazsınız, geleceği de planlayamazsınız.
Türkiye, bizim anavatanımızdır. Kim ne söylerse söylesin, bu gerçek değişmez. Türkiye grip olursa, biz burada zatürreeden ölürüz. Anavatanımıza böylesine bağlıyız. Şimdiye kadar Kıbrıs konusundaki politikalar iyi gitti, bundan sonra da aynı dirayette devam edilmesi gerekiyor. Zaaf gösterdiğiniz anda yenilgiye uğrarsınız. Devletler arasında dostluk olmaz. Her an herkesin birbirine karşı planlar hazırladığını bilerek, teyakkuzda olmak durumundayız.”
***
Geçtiğimiz çarşamba günü, 1960’larda Kıbrıs’ta Rumlara karşı direnişi örgütleyen Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT) emekli istihbarat sorumlularından Sümer Şehitoğlu’nu dinlerken aldığım notlar bunlar. Girne’nin doğusundaki Esentepe köyünün Akdeniz’le buluştuğu noktada bulunan evinde bizi kabul eden Sümer Bey, yaptığı değerlendirmelerle hem ufkumuzu açtı hem de “yavru vatan”ın yakın tarihini ne kadar az bildiğimiz gerçeğiyle yüzleşmemizi sağladı. “Kendisini mutlaka tanıman lazım” diyerek randevuyu ayarlayan Çağatay Özdem kardeşimle davetlisi olarak Kıbrıs’ta bulunduğum Abdussamet Doğan kardeşim ve ben, sohbet hiç bitmesin istedik. Keşke, Türkiye’den bir televizyon kanalı Sümer Bey’le özel bir röportaj yapsa veya hayatı hakkında kısa bir belgesel çekip yayınlasa.
Lefkoşa’nın ara sokaklarından birindeki atölyesinde ziyaret ettiğimiz Ayhatun Ateşin Hanım’la ağabeyi rahmetli Hüseyin Mehmet Ateşin hakkında sohbet ederken de aynı şeyi hissettim. 2007’de vefat eden Hüseyin Mehmet Ateşin, Kıbrıslı Müslümanların verdiği dinî kimlik mücadelesini bütün cepheleriyle kitaplarına yansıtmış bir isim. Özellikle “Müslüman Kıbrıs” üzerinde tefekkür etmek isteyenlerin, Ateşin’in yazdıklarını göz önünde tutması şart. Hüseyin Mehmet Ateşin’in artık piyasada bulunmayan “Kıbrıs’ta İslâmî Kimlik Davası” adlı harika kitabı, keşke yeniden basılsa.
***
Uzun bir aradan sonra, Mağusa ve Lefkoşa’daki (Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Sosyal Bilimler Üniversitesi) konferanslarım vesilesiyle yeniden gittiğim Kıbrıs’ta, hep aynı şey zihnimde dönüp durdu:
Çok vakit kaybedilmiş, çok fırsatlar heba edilmiş. Kıbrıs’ın dinî ve millî kimliğinin tamamen kaybolması için uğraşanlar, ciddi başarılar elde etmişler. Ancak hiçbir şey için tümüyle geç değil. Sabırla ve sebatla, ada halkıyla doğru bir iletişim stratejisi geliştirmek başta olmak üzere, bundan sonrasının kaybolmamasına odaklanmak gerekiyor.