Metin Özer
Keşke…
Altı yıldan fazla devam eden yıkımın ardından, Suriye’deki savaşın artık sona yaklaştığı görülüyor. Siyasi çözüm gayretlerinin yoğunlaştırıldığı yeni süreçte, an itibariyle görünen manzara şu: Beşşar Esed rejiminin düşmemesi için bütün gücünü ortaya koyan İran-Rusya cephesi, savaştan galip çıktı. Rejim karşıtı bazı küçük grupların sahadaki etkinliği yer yer devam etse de, Suriye’nin bundan sonraki siyasi manzarasını büyük ölçüde Tahran ve Moskova’nın birlikte yürüteceği ‘barış süreci’ belirleyecek.
Suriye krizinin çözümü için kurulan masada Türkiye de yer alıyor. Suriye’deki olayların neden olduğu bölgesel sorunların en büyük muhatap ve mağdurlarından biri olarak, Türkiye’nin de çözümde yer alması elbette çok önemli ve gerekli. Türkiye’nin dışlanacağı hiçbir sürecin bölgeye hayır getirmeyeceği ve sürdürülebilir olmayacağı zaten belli.
Devletler ve hükümetler, zamanın ve konjonktürün icabı olarak farklı pozisyonlar alabilir. Birkaç yıl önce “o zaman için doğru” olan bir şey, aradan vakit geçtikten sonra artık devam ettirilemez bir yüke dönüşebilir. Savunduğunuz bir durum, şartların değişmesiyle başka bir hale dönüşebilir. Bu anlamda, devletlerin ve hükümetlerin politikalarını değiştirmesi, yeni durumlara göre tavır geliştirmesi ve önceliklerini yeniden sıralaması gayet anlaşılır bir durum. Siyasetin, özellikle de dış politikanın doğasında var olan bir şey bu. Bir noktada takılıp kalmak, çoğu kez hatalarda ısrar sonucunu doğuruyor.
Siyaset, siyasetçiler, devletler ve hükümetler için durum böyle. Ancak onları izleyen kitlelere ve özellikle de halkı aydınlatma vazifesini üstlenmiş kişilere bir de görev düşüyor: Zamanın şartları gereği alınan mecburi pozisyonları “mutlak doğru” gibi sunmamak; ittifak kurulan ülkelerin de aslında kendi ajandalarının peşinde koştuğu gerçeğini hiç unutmamak.
Suriye örneği üzerinden, bu durumu somutlaştıralım:
İran ve Rusya, Suriye’de bir savaş verdi. Halep başta olmak üzere İslâm şehirlerinin Rus savaş uçakları tarafından bombalandığı, masum sivillerin yıkıntıların arasında can verdikleri, en az muhalif unsurları destekleyen dış güçler kadar Rusya ve İran’ın da yıkıma hizmet ettiği bir savaştı bu. Esed rejimini düşürmemek için yüzbinlerce insanın feda edildiği, halkın ciddi bir kesiminde nesiller boyunca sürecek bir travma sürecine neden olan, acılarla dolu bir savaş... Bu savaşın sonucunda, bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’nin İran-Rusya cephesi ile yakınlaşmak ve daha büyük zararlardan korunmak amacıyla bu cepheyle müzakereye girişmek durumunda kalması, İran ve Rusya’nın savaş boyunca işlediği suçları bize unutturmamalı. “Suriye’deki yabancı savaşçılar” konusunu haklı olarak gündeme getirirken, bu paranteze Hizbullah’ı ve İran’ın ta Afganistanlardan Suriye’ye taşıyıp getirdiği Şii milisleri de dâhil etmeyi unutmamalı.
ABD-İsrail-NATO çizgisinin İslâm coğrafyasında neden olduğu yıkım ortada. Bu yıkım ne masum gösterilebilir, ne de meşrulaştırılabilir. Ancak sırf ABD-İsrail-NATO çizgisine mesafeli diye, Rusya’ya “sütten çıkmış ak kaşık” muamelesi de yapmamak gerekiyor. Örneğin, daha geçen gün Soçi’de Suriye müzakereleri sürerken, Srebrenitsa Soykırımı’nın faillerinden Sırp Komutan Ratko Mladiç hakkında açıklanan müebbet hapis cezasına itiraz eden de yine Rusya oldu. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova, kararı adil bulmadıklarını açıkladı. Böyle bir Rus siyaseti ile müzakere ettiğimizi, Suriye’deki hadiselere Rusya’nın bakışının da aynen bu şekilde olduğunu hiç akıldan çıkarmamak icap ediyor.
Dışişleri bakanlığımız ve diplomatlarımız elbette farkındadır, ama halk olarak bizim de görmemiz gereken bir başka şey de şu: İran’ın, Rusya’nın ve Türkiye’nin Suriye’yle ilgili öncelikleri birbirinden oldukça farklı. Özellikle İran’la Rusya arasında, bütün yakın görüntülerine rağmen, Suriye konusunda kıyasıya bir rekabet var. Ama her iki ülke de diplomasi sanatında epey inceldiklerinden, bu rekabeti ustaca götürüyorlar. Türkiye’yle ilişkilerinde de bu ustalık görülüyor. ABD-NATO çizgisi rekabet ve kıskançlığı düşmanlık boyutuna taşırken, İran-Rusya cephesinde yüze gülen-arkadan plan kuran bir tutum var. Türkiye olarak, siyasetimizi ve müzakere sürecimizi yürütürken, masaya birlikte oturduğumuz ülkelerin “sadece Türkiye’nin iyiliği için” çalışmadıklarını da hep akılda tutmalıyız.
Keşke İslâm dünyası ve Müslümanlar , “iki acımasız dünya arasında” kalmaya ve birini tercihe mecbur olmasaydı… Keşke Türkiye, iki kutuptan “ehven-i şer” olanı seçmek mecburiyetinde kalmasaydı… Keşke Müslüman ülkeler, birbirleriyle mücadele ve savaş yerine, ortak düşmanlara odaklanma feraseti gösterebilseydi… Keşke Suriye meselesi, Müslüman ülkelerin liderleri tarafından daha en başında, olaylar ilk patlak verdiğinde hikmetle, basiretle ve cesaretle çözülebilseydi… Keşke Suriye, bu topraklara sadece kendi menfaatleri açısından yaklaşan ve yaşanan acıları umursamayan -ABD olsun, NATO olsun, Rusya olsun- dış güçlerin satranç tahtasına dönüştürülmeseydi… Keşke…