Metin Özer
Japonya notları
Sabah namazından sonra, Tokyo’nun lüks semtlerinden Shibuya’nın ara sokaklarını dolaşmaya başladık. Dokuz yıldır Japonya’da yaşayan mimar arkadaşım Abdurrahman Kaç’ın Japonların mimari anlayışları ve şehircilik uygulamalarıyla ilgili anlattıkları gerçekten ilginçti: Binaların yapımında, çevredeki yaşam alanlarının güneş ışığı almasının uzun süre engellenmemesi esasmış örneğin.
Farklı bölgelere göre değişmekle birlikte, bir evin ya da sokağın aralıksız dört saat güneşten mahrum kalmaması gerekiyormuş. Komşusunun ışığını kesen, güneşini engelleyen binaların ruhsat alması imkânsızmış. Abdurrahman bunları anlatırken, bir yandan da Shibuya’da Japon mimari hukukuna göre inşa edilmiş, ilginç görünümlü binaları gösteriyordu bana. Sırf yandaki evlerin güneşini engellemesin diye tepesi yarıdan kesilmiş, görünüşleri farklı şekiller almış yapılar dikkat çekiyordu.
Liseyi İstanbul’da bitirdikten sonra mimari tahsili için Tokyo’ya gelen Abdurrahman’a Japonya’ya olan ilgisinin nasıl başladığını sordum. “Sultan Abdulhamid’den etkilendim” dedi, “Onun hayatına dair okumalar yaparken, Japonya’ya ve Japonlara yönelik olumlu fikirlerini gördüm. Sonra kendim araştırmaya başladım. Zaten mimar olmak istiyordum, Tokyo’da mimari eğitimi aldım, böylece burada kaldım.”
***
Özellikle Türkiye’de Japonlara karşı neredeyse kayıtsız-şartsız bir hayranlık var. “İşleri dinlerimiz gibi / Dinleri işlerimiz gibi” tekerlemesini duymayanımız yoktur. Günlük hayatın işleyişine, insanların sosyal yaşamlarının kolaylaşması için düşünülen tedbirlere, şehirleşme düzenlerine v.b. bakınca, gerçekten de Japonlarda hayran olunacak yön çok. Ama hiçbir toplum ‘mükemmel’ olamayacağına göre, insanın aklına ister istemez şu sorular geliyor: “Peki, bu adamlar özel hayatlarında ve duvarların arkasında nasıllar? Birbirlerine karşı da aynı şekilde düzenli ve saygılılar mı? Zihinlerimizdeki o minyon ve mütebessim Japon imajı, yabancılara karşı da aynı şekilde mi?”
Japonya’yı ve Japonları yakından tanıyanların bu sorulara verdikleri cevaplar, bu millete karşı ölçüsüz hayranlıklarımızı dengeleyecek cinsten. Kamusal alanda şahit olunan temizlik ve düzenin evlerde aynı şekilde mevcut olmamasından ailelerin içindeki iletişim kopukluklarına ve sıradan yabancıya üstten bakışa kadar, bir dizi tespit çıkıyor karşımıza burada. Modern metropol yaşamının körüklediği, başka ülke ve kültürlerin de baş belası olan bencillikler, komşusundan habersizlikler ve kültürel dejenerasyon da cabası.
***
Japonların İslâm’a çok yakın ve yatkın olduğu da, bizde -nedense- adeta bir önkabul gibidir. Oysa yine Japonlarla yakın mesaide olan arkadaşların şahitliğine göre, İslâm’a karşı bir ilgi var görünse de, bunun bir mensubiyete dönüşmesi öyle hemencecik ve hızlıca olmuyor. Şinto ve Budizm inancının -kültürel düzeyde de olsa- toplumda epey kökleşmiş olduğu, yeni nesillerinse manevî meselelere ilgisinin pek bulunmadığı ifade ediliyor.
“Şu Japonlar kolayca Müslüman oluverir, pratikte zaten Müslümanlar” değil yani kısacası.
***
6 Ağustos 1945’te ABD tarafından atom bombasıyla yerle bir edilen Hiroşima şehrini gezerken, en az 140 bin insanın feci şekilde can verdiği bu saldırıdan sonra, Japonların bugün nasıl olup da çılgın biçimde Amerikan hayranlığına savrulduklarını düşünmeden edemedim. Özgün Japon kültürünü koruma çabalarına rağmen, Amerikan kültürü Japonya’yı istila etmiş durumda bugün.
Her ülke ve milletin, kendi tarihi içinde, siyasal reflekslerini tamamen değiştiren ve benliğini yeniden şekillendiren bir dönüm noktası oluyor. Japonya için bu, ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombası olmuş. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında İmparator Meiji’nin başlattığı restorasyon dönemiyle bir dünya devletine dönüşen Japonya, ABD tarafından bombayla sindirilmiş. Sindirildiğiyle kalmamış, galip devletin kültür kodları mağlubun iliklerine işlemiş. Dünyanın başka yerlerinde de görülen dikkat çekici bir durum bu, ama Japonya’daki ibret bakımından birinci sıraya yerleşebilir.
***
Tokyo Camii İmam-Hatibi Muhammed Raşit Alas kardeşim ve ailesinin içten ev sahipliğinde gerçekleştirdiğimiz 13 günlük Japonya seyahatine dair bazı izlenimlerimi arz ettiğim üç bölümlük yazı dizisinin sonuncusuydu bu. Bitirirken, 1939’da Japonya’da İslâm’ın resmi din olarak tanınmasını sağlayan Kazanlı büyük mücadele ve eylem adamı Abdurreşid İbrahim’in, Tokyo’da vefat etmeden bir sene önce, Türkiye’deki eşi Ayân Hanım’a yazdığı içli mektubu aktarmak isterim:
“Uzun zamandır nâr-ı hicranla kavrulmakta olan hayat arkadaşım,
Ellerinden öper, hürmetli selam ba’dında [sonrasında] evlatlarına yegân yegân [teker teker] selam ve dua. Ben çok ihtiyarladım, sıhhatim hamd olsun. Sizi düşünmekteyim, lâkin benim kaderim gurbet hayatı imiş. Hak ve hukuku helâl etmeni kemâl-i hürmetle rica ederim. Mülakât ümidim bakîdir, sevgili hayat arkadaşım. 16 Nisan 1943, Tokyo.” (Mektubun Osmanlıca aslı, İsmail Türkoğlu’nun yazdığı ‘Sibiryalı Meşhur Seyyah Abdurreşid İbrahim’ adlı eserde yer alıyor.)
87 yıllık ömrünün son zamanlarını İslâm’ı yaymak için geldiği Japonya’da tek başına geçiren ve refîkasına kavuşma ümidi kıyamet sabahına kalan Abdurreşid İbrahim, 17 Ağustos 1944’te Tokyo’da vefat etti. Kabri, Tokyo yakınlarındaki Tama-Reien Mezarlığı’nda. Bu vesileyle kendisine rahmet olsun, kabri nurla dolsun.