Bundan tam 160 yıl önce, 1857'de, Diyarbekir'de yaşayan orta halli bir aile dünyaya gelen oğullarına Ali adını verdi. Anne-babasının Hz. Ali'ye olan muhabbetlerinden dolayı bu ismi alan Ali, küçüklüğünden itibaren etrafındaki çocuklardan çok farklı olduğunu herkese göstermişti. 9 yaşındayken beş yüzden fazla şairin toplam dört bin beytini ezberlemiş, gençlik yıllarında da hat sanatına merak salmıştı. Okumaya ve kitaplara öylesine düşkündü ki, arkadaşları koşup oynarken, o başka âlemlerdeydi. Bu dönemdeki hissiyatını ileride şöyle anlatacaktı: “Eğlenmeye merakım yok idi. Gezintiye gittiğimizde çocuklar oyun oynarken, ben bir tarafa çekilip kitap okurdum.”
Tahsilini tamamladıktan sonra devlet memuriyetine intisap eden Ali, ya da tam adıyla Ali Emîrî Efendi, otuz yıllık resmi görevleri boyunca maliye müfettişi ve defterdar olarak imparatorluğun birçok şehrini dolaştı. Selânik, Adana, Kırşehir, Yanya, İşkodra, Halep ve Sanâ, bu şehirlerden sadece birkaçıydı.
Ali Emîrî Efendi görünürde 'maliye memuru' olsa da, aslında deha derecesinde bir kitap uzmanı ve merakı sonsuz bir koleksiyoncuydu. 1908'de kendi isteğiyle emekli olmadan önceki son görev yeri olan Yemen'e, sırf çok kıymetli bir kitaba ulaşabilmek için gitmişti örneğin. Sahip olduğu bir kitabın diğer cildinin Yemenli bir kabile şefinde bulunduğunu haber alan Ali Emîrî Efendi, dilekçe vererek “Beni Yemen'e gönderin” demişti.
Gittiği her yerde olduğu gibi, Yemen'in bütün sahaf, kütüphane ve özel kitap koleksiyonlarını da elden geçiren Ali Emîrî, İstanbul'a dönerken topladığı sandıklar dolusu kıymetli eseri de beraberinde getirmişti. Kitaplar Yemen'in tarihi, kültürü, geleneksel yapısı ve önemli şahsiyetleri hakkındaydı. Ayrıca içlerinde çok kıymetli edebi metinler ve şiir divanları da yer alıyordu.
1924'te İstanbul'da hayata gözlerini yuman Ali Emîrî Efendi, hayatı boyunca derlediği ve şehirden şehre taşıdığı paha biçilmez kitap koleksiyonunu, bizzat kurduğu kütüphaneye bağışladı. Ali Emîrî, kütüphanesine kendi adını vermeyi de reddederek “Millet Kütüphanesi” denilmesini tercih etti. Kitaplarını milletine bağışlamıştı çünkü, kıyamete kadar milletinin duası ona yeterdi.
Hâlen İstanbul Fatih'te Fevzi Paşa Caddesi üzerindeki tarihi binasında hizmet veren Millet Kütüphanesi, kurucusu Ali Emîrî Efendi'nin kişisel merakı ve ihtimamı sayesinde, Yemen konusunda hâlâ çok önemli bir kaynak durumunda. Yemenli yetkililerin, akademisyen ve kültür adamlarının, uzun yıllar boyunca bu eserler üzerinde ayrıntılı şekilde çalıştıkları, kendi ülkelerini İstanbul'daki küçük bir kütüphane vasıtasıyla derinlemesine tanıdıkları biliniyor.
Yemen'le ilgili ne zaman bir konuşma yapsam, bu anekdotu mutlaka aktarırım. Hele de bu konuşmalar Millet Kütüphanesi civarında bir yerdeyse, dinleyiciler Yemen'le bağlarımızın hiç tahmin etmedikleri kadar sıkı ve yakından olduğunu da fark etsinler diye.
Yemen'le İstanbul'daki tek irtibatımız Millet Kütüphanesi'ndeki Yemen yazmalarından ibaret değil elbette. Kütüphaneye sadece on dakika uzaklıkta bulunan Hırkaişerif Camii, Hz. Peygamber'in Yemenli Uveys el Karenî'ye (Türkçesiyle: Veysel Karani) hediye ettiğine inanılan hırkaya ev sahipliği yapıyor. Hikâyesi çok meşhur olduğu için ayrıntılarına girmeye gerek yok; ama aynı cadde üzerinde iki önemli Yemen hatırasının bize göz kırptığını ve bizlere tarihle coğrafya arasındaki köprüleri yeniden kurmayı hatırlattığını da hiç unutmamamız gerek.
Bunlardan başka daha birçok bağlantı, ilgi ve izlek mevcut. Sadece İstanbul'da ya da Türkiye'de Arap coğrafyasına dair değil, oralarda da bizimle bir zincirin halkaları gibi sıkıca irtibatlı sayısız nişane bulmak mümkün. Hatta çerçeveyi sadece Osmanlı İmparatorluğu ile de sınırlı tutmamak lazım; tarih boyunca kurulmuş ve yıkılmış bütün İslâm devletlerinin sayısız izi, coğrafyanın dört bir yanına dağılmış olarak duruyor ve meraklılarının kendilerini keşfetmesini bekliyor. Yalnızca ayakta kalanları değil, yok olup gidenleri de gün yüzüne çıkarıp, koskoca bir İslâm tarihinin coğrafyayla ve halklarla ünsiyetini yeniden sağlamak, günümüzde ciddi bir sorumluluk haline gelmiş bulunuyor.
Özelde Yemen, genelde bütün Ortadoğu coğrafyası, şu anki kaos ve karmaşa manzarası üzerinden gündemimize dâhil olabiliyor. Arap topraklarına bakarak sadece kan ve gözyaşını gören gözler, bir süre sonra duygusal ve mantıksal olarak da buralardan kopmaya başlıyor. Dilimize çoktan yerleşen “Ortadoğu bataklığı” türünden tanımlamalar, içinde yaşadığımız ve ait olduğumuz ana bünyeye yabancılaştığımızın ve ondaki hastalıkları tedavi etme iddiamızdan vazgeçtiğimizin de bir göstergesi aynı zamanda.
Benzer konu, konuşma ve yazıların hep geldiği noktaya geliyoruz yine: Bu coğrafyaya yabancılar gibi dışarıdan ve tepeden bakma lüksüne sahip değiliz. Muhabbetle, şefkatle, merhametle, merakla ve ısrarla İslâm dünyasını yeniden okumak, tanımak, araştırmak ve derinlemesine bilmekle mükellefiz.
Metin Özer
Hatıralar bizi oralara bağlıyor
29 Mart 2017, Çarşamba