Metin Özer
Çıkış nerede?
Önümüzde duran bir problemi çözmenin ilk adımı, onun 'nasıl' ortaya çıktığını derinlemesine analiz etmektir. Böylece problemi doğuran sebeplere ulaşır, bunları ortadan kaldırmak için adım atmaya başlarsınız. Problemi doğuran sebeplere kafa yormadığınızda ve meselenin nasıl düğümlendiğini anlamaya çalışmadığınızda, durmaksızın problemi tarif ve tavsif edip şikâyetlendiğiniz bir kısır döngü ortaya çıkar. Üstelik şikâyet ettiğiniz şeyler de yok olmaz, aksine kangrene dönüşür ve bünyede iyiden iyiye derinleşir.
Kudüs meselesi, bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir. Kudüs’ün ne kadar kutlu ve mübarek bir şehir olduğunu anlatıp, Siyonizm’in kötülüklerini sıralamakla vakit geçirirken, “Peki, bu iş nasıl bu hale geldi?”, “Nasıl başardılar?”, “Biz neden iddialarımızın altını dolduramıyoruz?”, “Hangi konularda eksiğiz?” soruları üzerinde yeterince kafa yormuyor gibiyiz. Kudüs’ün kıymeti ve işgalin felâketleri konusunda zaten bir görüş ayrılığı yok; fakat mevzunun bamteline de dokunmak gerekiyor artık. Yeterince vakit kaybettik çünkü.
Kudüs’ün içinde bulunduğu durum, İslâm dünyası olarak bizim çeşitli alanlardaki ihmal ve tembelliklerimizden kaynaklanıyor. Evvela, bu gerçeği teslim etmemiz gerekiyor. Siyonistler sadece slogan atarak ya da hayal kurarak bu aşamaya gelmediler. Bizim de sadece slogan atarak ve hayal kurarak alabileceğimiz herhangi bir mesafe yok. Ne yaptılarsa, kendi ahlâkî normlarımız çerçevesinde ve ana ilkelerimizden sapmadan, biz de aynısını yaparak ve eksiklerimizi tamamlayarak yol alabileceğiz. Dünyada başarı kazanmanın kuralları var. Siyasetin ve savaşların da kendi içinde kuralları var. Bunları yerine getirmeden, Kudüs konusunda kurduğumuz içli cümleler bize sevaptan başka bir şey kazandırmayacak maalesef.
Her bir ferdin kendi içinde tutarlı, ahlâklı, donanımlı ve cesaretli olmasına çalışacağız. İlk adım bu. Tarih bilen, coğrafya bilen, dil bilen, dünya sistemini bilen, ahirete taalluk eden sorumluluklarını bilen, kısacası varlık şuurunun farkında müslüman bireyleri ne kadar çoğaltabilirsek, işimiz de o kadar kolaylaşacak. Kendi başına ayakta duramayan, kendisinden ve dünyadan habersiz, nereye sürüklenirse oraya giden insan toplulukları, mevcut kaosu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan kalitemizi artırmak için sabırla ve sebatla çalışmak gerekiyor. Buna odaklanmadan, “Kudüs müslümanlarındır!” sloganlarının altını doldurmak imkânsız.
İkinci adım, 'ne şartta ve neye mal olursa olsun başarmak' saplantısından kurtulmak. Bütün şartları yerine getirmeye çalıştığınız bazı durumlarda, sonucu yine de elde edemezsiniz. Bazen tarihteki muvaffakiyet çarkının düşüşe geçtiği dönemlere denk gelirsiniz, imtihanınız budur. Böyle zamanlarda, sonucu yaşarken görme histerisine kapılmadan, çalışmaya devam etmek ve aceleye kapılmadan gayreti sürdürmek gerekir. Bizim zor zamanlarda attığımız ‘imkânsız’ adımlar, bizim yetişemeyeceğimiz gelecek zamanlarda başkalarının işini kolaylaştıracaktır.
Üçüncü olarak, emanetin bize tevdi edilmesi durumunda, Kudüs’ün hakkını verip veremeyeceğimizi düşünmek gerekiyor. Daha önce de bu köşede ifade etmiştim, İsrail bugün, “Kudüs müslümanların olsun, onlar yönetsin” diyecek olsa, İslâm dünyası Kudüs’e sahip çıkabilecek olgunlukta ve yetkinlikte değil. Her bir ülkenin diğerinin ayağını kaydırmaya çalıştığı, kardeşlik söylemlerinin dilde kaldığı, mazlum ve masumların haklarının gözetilmediği bir Müslüman coğrafya, şu anda Kudüs emanetini yüklenmeye de hazır değil. Kudüs bugün müslümanların kontrolüne geçse, şehirde kimin sözünün geçeceği üzerinden İslâm ülkeleri arasında bir iç savaşın patlak vereceğinden emin olabilirsiniz. Bunu söylemek hoşuma gitmiyor, ama manzara bu, maalesef. İsrail, milyonlarca müslümanın gözünün içine baka baka böylesine pervasız hareket edebiliyorsa, bu kanlı-bıçaklı rekabet sayesinde zaten.
İslâm dünyasının şu anki manzarası, Haçlılar'ın 1099’da İslâm topraklarını çiğneye çiğneye Filistin’e kadar gelip Kudüs’ü işgal ettiği dönemleri andırıyor. Haçlılar, birbiriyle boğuşma halindeki müslümanları kılıçtan geçirerek coğrafyanın göbeğine kadar ilerlemişti o zaman. Kudüs’te Haçlı hâkimiyetinin yaşandığı yaklaşık 90 yıllık dönem boyunca da, Ortadoğu’daki müslüman yönetimler hem Haçlılar'la gizli-açık işbirliğine gittiler, hem de birbirleriyle mücadele edip kardeşlerinin kuyusunu kazmayı sürdürdüler. Bu da sadece Haçlılar'a yaradı.
'Şarkın en sevgili sultanı' Salahaddîn Eyyûbî, Kudüs’ü özgürleştirmek rüyasıyla çıktığı siyasi ve askeri yolculuğunun ilk 20 yılında, tamamen müslümanlar arasındaki ihtilafların çözümüyle uğraşmak durumunda kaldı. Müslümanlar birbirinin gözünü oymayı bırakmadan Kudüs’ün özgürleşmeyeceğini acı bir şekilde fark etmişti çünkü. Fâtımîleri ve bölgedeki diğer irili-ufaklı müslüman yönetimleri zapturapt altına alan Salahaddîn, dikkatini ancak bundan sonra Kudüs’e yöneltebildi. 1187’de kazanılan şanlı Hıttîn zaferi, ancak müslümanlar ortak hedefe kilitlendikten sonra mümkün olabildi.
Tarihi okumak, özellikle kriz dönemlerinde hem ufuk açıyor, hem de geçmiş tecrübeler ışığında yeni açılımlar geliştirmeye yarıyor. Keşke daha fazla okusak.