Metin Özer
Buradan size ekmek çıkmaz
ABD’nin Boston kentinde polis, 4 Ocak 2011 Salı gece yarısından sonra saat 02.00’de bir ihbar aldı. Arayan kişi, South End semtindeki bir evden silah sesi geldiğini söylüyor, ekipleri duruma acilen müdahale etmeye çağırıyordu.
Nöbetçi polisler olay yerine gittiklerinde, orta yaşlı bir adamı evinin ortasında başından vurulmuş halde buldular. Yapılan inceleme sonunda, olayın cinayet değil intihar olduğu belirlendi.
Normalde belki de kimsenin dikkatini çekmeyecek olan bu vaka, ölenin kimliği nedeniyle birden bire dünya basınının manşetlerine tırmandı: 44 yaşında, yalnız yaşadığı evinde hayatına son veren bu adam, devrik İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin küçük oğlu Alirıza idi.
1966’da İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya gelen Alirıza Pehlevi’nin kısa ömrü, babasının 1980 yazında Kahire’de ölümünden sonra, çoğunlukla ABD’de geçmişti. Princeton ve Columbia gibi seçkin Amerikan üniversitelerinde okumuş, Harvard’da da yükseköğrenim görmüştü.
Görünüşte her şey gayet olumluydu, genç Pehlevi’nin hayatında ters giden herhangi bir şey yoktu. Ancak onu yakından tanıyanlar, Alirıza’nın İran’dan ayrıldıktan sonra içine düştüğü ağır depresyondan bir türlü kurtulamadığını, intiharından 10 yıl önce yaşanan trajik bir olayın ise, psikolojisini tamamen altüst ettiğini anlatıyordu:
20 Haziran 2001 günü, ailenin en küçük çocuğu ve Şah’ın “en sevgili kızı” Leyla Pehlevi, aşırı dozda uyuşturucu hap ve kokain alarak intihar etmişti. 31 yaşında ölen Leyla da, tıpkı 10 yıl sonra kendisini izleyecek olan ağabeyi Alirıza gibi ağır depresyon içindeydi.
İlave olarak insomnia ve anoreksiyadan muzdaripti. Uyuşturucu niteliği olan haplara bağlılığı o dereceye ulaşmıştı ki, ölümünden sonra mahkemede ifade veren doktoru, muayenehaneden başka hastaların reçetelerini de çalarak eczaneden fazla ilaç aldığını tespit ettiklerini anlatmıştı.
1925’ten 1979’a kadar İran’ı yöneten Pehlevi hanedanının son üyeleri, sürgünde tüm bu dramları yaşarken, elbette arkalarında kendilerine gözyaşı dökecek bir halk da kalmamıştı.
İranlılar için Şah dönemi öylesine büyük acıların, sıkıntıların, aşağılanma ve perişanlığın sembolü olmuştu ki, ailenin sürgünde yaşadıkları adeta “ilahi ceza” olarak görülüyordu.
Şah’ın insafsız ve katı yönetimi İran halkını bezdirmiş, sefaletin pençesinde can çekişen halk kitleleri, adaletli bir ülke umuduyla canları pahasına Pehlevi rejimine meydan okumuştu.
Humeyni’ye destek veren milyonların içerisinde her kesimden insanın bulunması, Şah’tan sonra insan haklarını, sosyal refahı ve adaleti önceleyecek bir iktidar özlemi içindi.
Bu tablodan, elbette ABD de payına düşeni alacaktı. Hem 19 Ağustos 1953’te Muhammed Musaddık’ın CIA komplosuyla görevinden uzaklaştırılması, hem de Şah’a kendi halkına zulmederken sunulan sınırsız destek, Amerika’ya karşı direnç ve antipatinin İran halkının iliklerine işlemesine yol açmıştı.
Aslında zannedildiği gibi, İranlılar “Amerikan düşmanı” değildi. Hatta Amerika’ya karşı içlerinde gizli bir hayranlık ve yakınlık besledikleri bile düşünülebilirdi, ama Amerika İranlıları aşağılamadığı ve haklarını yok saymadığı müddetçe. Bu, ancak yakından bakanların fark edebileceği çok önemli ve ince bir çizgiydi.
***
İran’daki protesto gösterileri devam ederken, hem ABD-İsrail cenahından gelen muhabbet dolu destek mesajlarına, hem de kendisini bütün dünyada ‘Veliaht Prens’ olarak takdim eden Şah’ın büyük oğlu Rıza Pehlevi’nin İran halkını ayaklanmaya teşvik edici sözlerine bakınca, vakıadan ne kadar kopuk olduklarını düşünmemek imkânsız.
Hele de ABD’nin Virginia eyaletinde meskûn ‘Veliaht Prens’in, ağzını her açışında İranlılara yeniden ve tekrar Şah kâbusu gördürdüğünü fark etmemesi, adeta şaka gibi.
1953 ve 1979 dönemeçleri İranlıların milli hafızasında o kadar canlı ki, ABD-İsrail ya da Şah ailesinin halk lehine ve rejime karşı yaptıkları açıklamalar, bırakın “Amerikancı bir ayaklanma”yı ateşlemeyi, zihinlerde “Amerikan zulmü”nü yeniden alevlendiriyor.
Halka destek adı altında dışarıdan yorum yapanlar, masum taleplerle sokağa çıkanların sözlerini tesirsiz hale getirdiği gibi, İran yönetiminin daha da güçlenmesine yarıyor üstelik.
İran’la ilgili, ABD-İsrail cephesinde bir başka yanılgı ve hayal daha var ki, o hepten evlere şenlik: Bugünkü “molla rejimi” yıkılsa, yerine “Amerikancı” veya “İsrail sevici” bir iktidarın geleceğini farz ediyorlar. İranlıların kuracaklarını umdukları yeni yönetim sistemine, tıpkı Şah zamanında yaptıkları gibi sınırsızca nüfuz edebileceklerini zannediyorlar. “Muhafazakâr” ve “reformist” kanadın, birbirinden doğu ile batı arası kadar uzak olduğunu, mevcut kadrolar giderse yerlerine “ılımlı” ve “vur kafasına, al ekmeğini” yöneticilerin geleceğini düşünüyorlar.
Bunun, kocaman bir yanılgı olduğunu söylemeye gerek yok. Şah’ı devirmiş bir halk, kazandığı o özgüveni uzun zaman yitirmeyecektir. İran’da daha çok dışarıdan dayatılan ve büyük ideolojik farklılıklar içeriyormuş gibi sunulan “reformist”, “ılımlı” gibi isimlendirmeler, ülkenin temellerine, resmi ideolojisine ve devletin genel politikalarına yönelik bir ayrışmaya işaret etmiyor. Farktan söz edilecekse eğer, bunun daha çok ekonomik konularda ve pastanın nasıl bölüşüleceğiyle ilgili olduğunu görebilmek, İran’ı anlamak adına önemli.
Velhasıl, İran’a daha yakından, daha dikkatli, daha duru gözlerle bakmak gerekiyor.