''Eskiden, bizim buralardaki büyükelçiliklerimizin kapısından bile giremezdik biz. Vize taleplerimiz için başvurduğumuzda, kapıdaki minik pencereden belgeleri hızlıca alıp, sorularımıza cevap vermeden azarlayarak pencereyi yüzümüze kapatırlardı. Talebeleri Türkiye'ye götürmek için yaptığımız başvuruların iki sene -mecaz değil, gerçek- bekletildiğini bilirim. Biz, bizim yetkililerin prosedürü halletmesini beklerken, Ortodoks ve Katolik kiliseleri binlerce çocuğu toplayıp götürdü. İçlerinde Müslüman ailelerin çocukları da vardı. Sonra o çocuklar Hıristiyan okullarında okuyup ülkelerine döndüler, Türk ve Müslüman düşmanı olarak göreve başladılar. Böyle çok zaman kaybettik biz…”
Balkanların dört bir yanında eğitim faaliyetleri için koşturan bir ağabeyin, 1990'larda yaşadıklarını anlatırken söyledikleri bunlar. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya'nın dağılmasının ardından siyasal şartların değişmesiyle, özellikle İtalya ve Yunanistan, kiliselerine eleman devşirmek için Balkanlara akın ederken, Türkiye bölgeden gelen taleplere kasten kulaklarını tıkamış o dönem.
“Ankara'ya defalarca gittim” diye sözlerine devam ediyor aynı ağabey: “Balkanlardaki durumu anlattım. Türkiye olarak, oralardaki Müslümanlara sahip çıkılması ve eğitim faaliyetlerine önem verilmesi gerektiğini söyledim. Bir yetkili bana şunu bile dedi: Yahu sana mı kaldı oraları düzeltmek? İşine baksana sen!” O zamanla şimdiyi kıyaslarken hamd ediyor sonsuz şekilde, fakat şunu da eklemeden edemiyor: “Hâlâ çok fazla şey yapabilmiş değiliz. Hiç durmadan çalışmamız lazım. Buralar boş bırakılacak ve ihmal edilecek yerler değil”.
Beni en çok şaşırtan ifadesi ise şu: “Okullarımızın başarısı, bölge insanı tarafından takdir ediliyor. Öyle ki, Hıristiyan aileler bile çocuklarını bize vermek istiyor. Devlet okullarında kötü alışkanlıklar alıp başını gitmiş. Dini ne olursa olsun, anne annedir. Hiçbir anne, çocuğunun ahlakının bozulmasını istemez. Bize gelip 'Çocuğumu alın Türkiye'ye götürün, yeter ki düzgün bir insan olsun' diyen Hıristiyan aile çok.”
***
Geçen cumartesi günkü yazımda da bir kısmını anlattığım son Balkanlar seyahatim, omuzlarımızdaki sorumlulukları bir kere daha hatırlamaya vesile oldu. Özellikle eğitim alanında, kişilerden kurumlara herkesin farklı biçimde yapabileceği, çeşitli görevler var.
Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi'nin (KAİHL) Karadağ ve Kosova'daki medreselerle işbirliği içinde ortaya koyduğu çaba, bu çerçevede oldukça başarılı örnekler sunuyor. KAİHL'nin Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı'nın desteğiyle yürüttüğü “Bilim Seyyahları Projesi” bunlardan biri mesela. Karadağ'ın başkenti Podgoritsa'daki Mehmed Fatih Medresesi ve Kosova'nın başkenti Priştine'deki Alauddin Medresesi öğrencileri, Türkiye'den gelen abla ve ağabeyleriyle birlikte şehir meydanlarında halka hünerlerini sundular. Açılan stantlarda deneyler ve atölye çalışmaları yapıldı, bilimsel araç-gereçler tanıtıldı.
Mehmed Fatih ve Alauddin Medreseleri'nin yöneticileri açısından, projenin yerel bir faydası da şu: Okullarının sadece 'din adamı' yetiştiren dar kapsamlı kurumlar olmadığını, aksine fen bilimlerine ve dünyaya da açık olduklarını bölge insanına göstermeyi amaçlıyorlar. Türkiye'den gelen fiili desteğin oluşturduğu moral gücü de cabası.
Gerek resmi kurumların değişim programları çerçevesinde, gerekse özel inisiyatifin devreye girmesiyle Balkanlardan Türkiye'ye öğrenciler gelmeye ya da oralarda eğitim kurumları açılmaya devam ediyor. Fakat girişte sözlerini alıntıladığım ağabeyin de dediği gibi, daha yolun başındayız, yapacak çok iş var. Yazılacak kitap ve raporlar, karşılıklı olarak tanıtılacak nice kayıp değerimiz, yerine getirilecek sayısız karşılıklı görevlerimiz bulunuyor.
***
İngilizce'de 'balkanisation' diye bir kelime var, 'balkanlaştırmak' yani. Sözlükler, kelimenin manasını şöyle veriyor: “Bir bölgeyi, birbirine düşman ve yekdiğeriyle işbirliğine kapalı ufak parçalara ayırmak.” Balkanlardaki kırılgan yapı, böylesi genel durumların ifade edildiği bir kavrama dönüşerek günlük dildeki yerini almış.
Balkanlarda şu anda şahit olunan sükûnet ve dinginlik, bizi yanıltmamalı. Bölge yeniden çatışma ve din savaşlarına sürüklenebilir; alttan alta süren rekabeti ve nüfuz yarışını sahada net bir şekilde görmek mümkün. Her bir devlet(cik), dışarıdan bir gücün ittifakına, himayesine ya da yönlendirmesine muhtaç. ABD ve Rusya'nın satranç tahtasına dönüşen günümüz Balkanlarında Batılı devletlerle beraber Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran gibi ülkeler de at koşturuyor. Türkiye, yarışa bir yerinden başlayacaksa, en acil saha eğitim. Bilhassa Arnavutluk ve Makedonya'daki FETÖ varlığını da hesaba katarak…
Balkanlarda kimliği belirleyen esas unsur, ırktan ziyade dini aidiyet ve inanç. Eğitim alanında işe girişilirken, bu hususun da hiç unutulmaması icap ediyor. Balkanlara gözünü diken büyük güçler, strateji geliştirirken bunu merkeze alıyor. Biz de hiç gocunmadan ve çekinmeden, bölge insanının kabul edebileceği ve dışlamayacağı bir Müslüman kimliği inşasına daha fazla kafa yormalıyız.