Yavuz Sultan Selim, Çaldıran'la İran'a boyun eğdirdikten sonra, 1516-17'deki ünlü seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını Arap coğrafyasına doğru genişletmişti. Tarihin garip bir cilvesiyle, Yavuz'un muharebe yoluyla kontrol altına aldığı bölgeler, devlet zayıflamaya başladığında Osmanlı'dan ilk kopan coğrafyalar oldular. Önce İran, sonra (Kavalalı Mehmed Ali Paşa döneminde, resmen olmasa da fiilen) Mısır ve ardından Arap Yarımadası.
Modern Türkiye'nin İslâm dünyasında ciddi rekabet yaşadığı üç ülkenin İran, Mısır ve Suudi Arabistan olması, bu bağlamda tesadüf değildir. Tarihsel sürtüşme şuur altında devam etmiş, ana bünyeyle uyum bir türlü sağlanamamış gibidir adeta.
Atatürk'le İran Şahı Rıza Pehlevi'nin ve Ürdün Kralı Abdullah'ın kişisel temasları dışında, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra Arap coğrafyasıyla temasımız kesildi. İsrail'in kuruluş sürecinde, sonrasındaki savaş ve çatışmalarda, Türkiye bölgede yoktu. Buna mukabil, Araplar da Kıbrıs gibi temel meselelerimizde yanımızda olmadılar.
Türkiye, on yıllar boyunca Arap coğrafyasını Batı başkentlerindeki kulisler üzerinden okudu. Bölgeyi İngilizce ya da Fransızca yayınlardan takip ederken, Arapça bilmek ya da Arap kültürüne dair malumat edinmek hem gereksiz, hem de ayıp görüldü. Bunun sonucunda, Arap başkentlerine giden diplomatlarımız, görev yaptıkları ülkelere Müslüman bir ülkenin bölgesel refleksleriyle değil, Batılı ülkelerin perspektifiyle baktılar.
Bu uzun ve zor dönem boyunca, Türkiye, Arapları ilgilendiren temel meselelerde inisiyatif almayışını ve kenarda duruşunu, “Büyük devletler, önemli olaylar karşısında hemen tepki göstermezler, soğukkanlılıklarını korurlar” şeklinde savundu. Oysa bu, bölgeye karşı duygusal ve siyasi mesafenin itirafından başka bir şey değildi.
Nihayet, 2000'lerin başından itibaren, özellikle de AK Parti'nin iktidara gelişiyle bu yaklaşım kökünden değişmeye başladı. Güneyimizde Arapların yaşadığını yeniden keşfettik; onların boğuştuğu problemlerin aslında bizi de yakından ilgilendirdiğini, sorunlara gözümüzü kapatmanın bizi kurtarmadığını fark ettik.
Geç kalmışlığın verdiği telaşla, bölgenin dört bir yanına elimizi uzattık, kaçırdığımız fırsatları tekrar yakalamak için uğraşmaya giriştik. Son 15 yıldır bu çabamızı da sürdürüyoruz. Elimizden ne kadarı gelirse…
***
Arap coğrafyasına yaklaşımda, millet ve devlet olarak göz önünde bulundurmamız gereken bazı noktalar var. Bunlara dikkat etmeden, atacağımız en samimi adımlar bile boşa çıkabilir.
Evvela, “Arap halklarını ve ülkelerini vaktiyle yönetmiş olduğumuz” gerçeğini aklımızda daha gerilere itmemiz gerekiyor. Onlara yaklaşımda bu şuuraltının tesirinde kalırsak, sağlıklı bir diyalog kuramayız. “Bizden koptunuz, iki yakanız bir araya gelmedi. Huzur için yeniden sizi biz yönetelim” vurgusunu hisseden bir Arap'ın, kalbinden neler geçireceğini tahmin edebiliriz. Onlara öğreteceğimiz şeyler olsa bile, bunu denklik ve eşitlik esası üzerinden kurgulanacak bir dille yapabiliriz. Ayrıca, onlara öğreteceğimiz şeyler kadar, onlardan öğreneceğimiz şeyler de olacaktır.
Arap dünyasıyla ilgili bilgi eksiğimizi hızla tamamlamak, ikinci görevimiz. Arapça bilen, bölgeyi her yönüyle derinlemesine çalışan uzmanlarımız olmalı. Sadece “Osmanlı'yla ilgisi yönünden” Arap coğrafyasını tanıma saplantısından kurtularak, karşımızda duran devasa okyanusta kulaç atmaya başlamalıyız. Bizi bölüp parçaladığından şikâyet ettiğimiz 'dış güçler'in, bu coğrafyayı bütün unsurlarıyla ciddi şekilde etüt ettiğini, enstitüler kurduğunu, tarihçi ve diplomatlar yetiştirdiğini unutmadan… Bir not olarak: Türkiye'nin, Arap coğrafyasında Araplarla kendi dillerinden anlaşacak diplomat eksiği hâlâ had safhada.
Üçüncü bir nokta olarak, bölgesel meselelerimizi illâ siyasi perspektiften ve güncel sıcak gelişmeler ışığında okuma ısrarından vazgeçmek şart. Günümüzdeki durumlar ne olursa olsun, geçmişiyle ve geleceğiyle, her türlü sürprizi içinde barındıran bir zenginliğin tam ortasında yaşıyoruz. Bunu keşfetmeye çıkmak ve tanımak için, siyasi şartların olgunlaşması ya da değişmesi gerekmiyor. Her aşamada, yapılabilecek tonlarca iş var. Buna, bu köşede sıklıkla Kudüs'ü gündeme getirerek işaret etmeye çalışıyorum. İşgale takılıp kalmak yerine, eldeki mevcut şartlarla yapılabilecek olana kafa yormak… Vazifemiz bu.
***
Sezai Karakoç'un bayıldığım bir öğüdüdür: Her senenin bir ayını, İslâm coğrafyasında geçirmek. Hangi ülke olduğu fark etmez, bir ay kesintisiz olmak zorunda da değil. Ama mutlaka İslâm coğrafyasını adımlamak, ısrarla ve devamla. Tanımak ve tanışmak adına.
Araplarla ilgili bilgi edinmek, var olan bilgiyi genişletmek ve önyargılardan arınmak için, bölgeye seyahat elzem. Sadece 'dinî turizm' olarak değil, ait olduğumuz kocaman bir coğrafyanın parçalarını ve unsurlarını yerinde gözlemlemek için de Arap ülkelerinin mutlaka rotamızda bulunması gerekiyor.
“Seyahat, taassubu yok eder” diyen hikmet ehli, ne güzel söylemiş