Ahmet Arslan
Osmanlı ruhu ve misyonunun dirilişi...
Erdoğan’ın Afrika turunda, özellikle de Sudan’da coşkuyla karşılanması, bu ülkede dikkatlerden kaçtı, nedense...
Bu coşkulu karşılama, bu ülkede pek konuşulmadı ama şundan kesinkes eminim: Erdoğan’a gösterilen sevgi seli, Batılıları, özellikle de Sudan’ın kendilerinden sorulduğunu düşünen İngilizleri çıldırtmış olmalı!
Niçin?
Dünyada pek az lidere gösterilen bu sevgi seli, Osmanlı’ya duyulan özlemi, dolayısıyla adalet, hakkaniyet ve selâmet ilkeleri üzerine kurulan, Medine’den süt emen Osmanlı ruhunu ve misyonunu hatırlattığı için elbette.
BATI UYGARLIĞI, ONTOLOJİK FELÂKET ÜRETTİ, DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRDİ...
Bir medeniyetin yaşadığının en önemli göstergesi, başkalarını da yaşatabiliyor olması, başkalarına da âb-ı hayat iksiri sunabiliyor olmasıdır...
Batı uygarlığına bu açıdan baktığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar acaba?
Şu ân çağımızda tek uygarlık hükümfermâ: Batı uygarlığı.
Batı’da din, yaşanan varoluşsal sorunları açıklayamadığı için önce hayattan çekildi, sonra da paçavraya çevrildi.
Batılılar, Tanrı fikrini, hakikat fikrini yitirdiler.
Çıkış yolu olarak, insanı Tanrı’nın yerine yerleştirdiler. Tanrı’nın sahip olduğu bütün özellikleri ve yetkileri insana verdiler.
Bilen, gören, kontrol ve kolonize eden, her şeye hükmeden insandı artık.
Bilimsel devrimin kurucu babalarından Francis Bacon’labirlikte, bilgiyi güç olarak konumlandırdılar; bilimi, güç üreten bir araca dönüştürdüler ve gücü ele geçirme güdüsünü yegâne varoluşsal amaç hâline getirdiler.
Modern felsefenin, dolayısıyla modern dünyanın temellerini atan René Descartes’la birlikte, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” dediler. Ve yalnızca tabiatın değil, güç üreten araçları ele geçirdikçe, dünyanın efendileri ve hâkimleri oldular.
Sonuç ne?
Sonuç tam bir felâket.
Sonuçta, orman kanunlarının hükümfermâ olduğu, sosyal Darwinizmin “güçlü olanın haklı ve hayatta kalmayı hak eden varlık” olarak kabul edildiği kaotik ve katastrofik bir dünya kurdular.
Bütün kıtaları sömürgeleştirdiler: Dünyayı cehenneme çevirdiler.
Bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar, bütün dinleri fosilleştirdiler, sekülerleştirdiler, dünyevî olan her şeyi dinselleştirdiler, tekno-paganizm olarak adlandırdığım yeni sahte bir din icat ederek insanı hız, haz ve ayartının, ruhsuz tüketimin kölesi hâline getirdiler.
Bunun özgürleşme, ilerleme olduğu fikrini bütün dünyaya kabul ettirdiler!
ONTOLOJİK FELÂKETİN KARŞISINDA
BİZ DURABİLİRİZ YALNIZCA!
Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama tarihin yeniden yapıldığı bir süreçten geçiyoruz... Gündönümü vakitlerindeyiz...
Geleceğin tarihini Batılılar yapmayacak...
Kendileri açısından çok büyük, çok boyutlu sonuçları olacak bu yakıcı gerçeği Batılılar çok iyi görüyor ve iliklerine kadar yaşıyorlar ama Batılıların dışındaki toplumlar, bu yakıcı gerçeği göremiyorlar bile...
Göremezler; çünkü Batı dışındaki dünyanın çocukları çift yönlü bir zihnî felçleşme hâli yaşıyorlar: Hem her şeye Batılı önceliklerle, kavramlarla ve gözlüklerle bakmaları hem de kendilerine olan güvenlerini yitirmeleri, sekülerizmi de, kapitalizmi de sorgulamak şöyle dursun, kaçınılmazmış gibi kabullenmeleri zihnî felçleşmenin nasıl derinlerde kök saldığını ve kanıksandığını gözler önüne seriyor.
Başka bir deyişle, bütün inançları, değerleri aşındıran, anlam haritalarını yerle bir eden, aile gibi güçlü, köklü bütün geleneksel yapıları tuzla buz eden, insan türünün varlığını bile tehlikeye sokan azman sekülerleşme süreçlerini, kapitalist tüketim biçimlerini neredeyse sorgusuz sualsiz benimseleri bu zihnî felçleşme hâlinin her her şeye nasıl sirayet ettiğini göstermeye yetiyor...
Bu zihnî felçleşme hâlini en ürpertici şekillerde yaşayan celladına âşık bir entelijansiyanın hâlâ “borusunun öttüğü” ülkelerin en ön sıralarında yer alıyoruz biz.
Buna rağmen Batı’da yaşanan ama hızla küre ölçeğine yayılan her şeyi çözücü ve çürütücü dekadan seküler postmodern kültürün önünde (eğer İslâmî duyarlıklarımızı koruyabilir ve daha da güçlendirme çabası ortaya koyabilirsek) biz durabiliriz sadece...
Ne olursa olsun, dünyada ruh, yalnızca bu toplumda var hâlâ!
O yüzden şu net olarak ortaya çıktı: Türkiye dünyanın ruhu, mazlumların umudu ve zorbaların kâbusudur.
OSMANLI BEDENEN DURDURULDU AMA RUHEN YAŞIYOR...
Bu ülkede ülkenin metamorfoz yemiş aydınlarının Osmanlı’yı “Ortaçağ karanlığı, gericilik” diye şaşı görürken, çağımızın en büyük tarihçilerinden ve tarih felsefecilerinden Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” diye bakıyordu Osmanlı’ya.
“Osmanlı çökmedi, durduruldu” diyordu.
Osmanlı kapitalizme direndiği için bilfiil / bedenen durdurulmuştu ama Osmanlı kapitalizme direndiği için bilkuvve / ruhen yaşıyor/du...
O yüzden Batılılar, özellikle de Osmanlı’nın durdurulmasında kilit rol oynayan İngilizler, Osmanlı’nın, bir gün, yeri ve zamanı geldiğinde, ruhunun dirilebileceğini düşünüyorlardı.
O yüzden Türkiye’nin aslâ kendi hâline bırakılmaması gerektiğini söyleyip duruyordu Thatcher’dan Clinton’a, Schröder’den Wolfowitz’e kadar belli başlı Batılı liderler...
Osmanlı ruhu ve misyonu, başkalarına hayat hakkı tanıyan, hiç bir kültürün, medeniyetin kökünü kazımayan İslâm medeniyetinin en son ve en sofistike kavramlarını ve kurumlarını geliştiren, anlaşılamamış, aşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış muazzam bir medeniyet tecrübesinin adıydı.
Yeri ve zamanı gelince Osmanlı ruhu ve misyonu, yeniden, taze bir ruhla insanlığa adalet, hakkaniyet ve selâmet yurdu, umudu ve ufku sunacak bir dinamizmle donanarak dirilebilirdi...
Sudan ziyaretinde Osmanlı’nın çocuğu Erdoğan’a gösterilen sevgi seli, bunun küçük bir işareti sadece.
Eğer kısa, orta ve uzun vadede, köklü stratejik, ekonomik, kültürel, siyasî ve askerî adımlar atabilirsek, bu ruhun insanlığı yeniden ayağa kaldırması hiç de hayal olmayacaktır.
O yüzden çok iyi hazırlanmamız, içerdeki köklü sorunlarımızı adım adım hâl yoluna koymamız, fikir, sanat, kültür ve medyada medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda önümüzü açacak bir öncü kuşak yetiştirmemiz şart.
Vesselâm.