Ahmet Arslan
İslâm, tek vazgeçilemezimiz olmadığı sürece...
Türkiye, zor bir dönemeçten geçiyor...
İki asır önce düştü, son bir asırda da yörüngesini yitirdi bu ülke...
Menderes’ten bu yana yörüngesini bulmaya çalışıyor...
Ama gerek dışardan yapılan baskılar ve alenî hâle gelen tehditler gerekse içerde “sömürge aydını” gibi önümüze dikilen “takozlar”, Türkiye’nin toparlanma, ayağa kalkma ve uzun vadede tarihin akışını değiştirecek tarihî bir yürüyüşe soyunma girişimlerini sekteye uğratıyor...
YÜRÜDÜĞÜN YOL KADAR DEĞİL, ALDIĞIN MESAFE KADARSIN...
Tarihî bir dönüşüm ânının eşiğindeyiz: Tarihî dönüşüm anları, elbette ki, zor ve zorludur.
Türkiye, bu zorluklara göğüs gerebilme iradesi ortaya koyabildiği ölçüde, yörüngesini bulma ve tarihî yolculuğa soyunma mücadelesinde mesafe katedecektir...
İlke dâimâ şu olmalı mutlaka: Yürüdüğün yol kadar değil, aldığın mesafe kadarsın...
Türkiye, nasıl mesafe alacak, peki?
Bu soru çok önemli.
Bu sorunun tek tartışmasız cevabı var: İslâm, yeniden tek vazgeçilemezimiz olmadığı sürece, mesafe alamayız; dahası bu toprakları ve bu topraklardaki varlığımızı bile koruyamayız.
Önce bu ülkedeki bütün kesimler şu şaşmaz gerçeği görebilmeliler: Bu toplumun varlık nedeni de, farklı dinlerin müntesiplerinin inandıkları gibi yaşayabilmelerinin yegâne zemini de İslâm’dır.
Bu toplum, ancak Müslüman olduktan sonra dünya tarihinin yapılmasında kilit ve belirleyici rol oynayabilmiş, Selçuklu ve Osmanlı tecrübeleriyle hem insanlık ve hakikat düşmanlarıyla nasıl mücadele edilebileceğini göstermiş hem de farklı dinlerin müntesiplerinin inandıkları gibi nasıl yaşayabileceklerinin henüz aşılamamış mükemmel örneklerini insanlığa armağan edebilmiştir.
Batılılar, onca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi söylemlerine rağmen bunu başaramamıştır; aksine hem bütün medeniyetlerin kökünü kazımış hem de Yaratıcı fikrinin, hakikat fikrinin, adalet fikrinin yok edildiği, tabiatın delik deşik edildiği, insan türünün geleceğinin bile tehlikeye girdirildiği büyük bir ontolojik ve siyasî felâketin, çıkmaz sokağın eşiğine getirip bırakmıştır insanlığı.
Bu gerçeği, Nietzsche’den Heidegger’e, Foucault’dan Baudrillard’a kadar belli başlı bütün önde gelen Batılı düşünürler de açıkça itiraf etmiştir.
İSLÂM, TEK VAZGEÇİLEMEZİMİZ OLMADIĞI SÜRECE...
Şunu görelim artık: Toynbee gibi birinci sınıf bir tarih felsefecisi bile “Osmanlı insanlığın geleceğidir” derken, bizim Osmanlı’nın varlık nedeni ve varoluş zemini İslâm’ı bu ülkede laikçilik sopasıyla nasıl ötekileştirdiğimizi, hayatın her alanından sürgün ettiğimizi, bunun tarih yapmış bir toplumun kendi ayağına kurşun sıkması ve intiharı olduğunu, bizi birbirimize düşürdüğünü, kültürel şizofreninin eşiğine sürüklediğini ve enerjimizi su gibi tükettiğini görelim.
Bu toplum, Osmanlı’da kemâl noktasına ulaşan, Medine’den süt emen hakikat medeniyetine sahip çıktığı için, dünyaya adaleti, hakkaniyeti ve sulh düzenini armağan etmeyi başarabilmiştir.
Bu ülkede, Kemalizmin taşıyıcı ideolojisi laikçilik gibi 19. yüzyılın tortularıyla şekillenen Batı’da çoktan aşılan ve terkedilen pozitivist, seküler ideolojilerle uzun vadede varlığımızı sürdürebilmemiz bile mümkün değildir.
Kemalizmin taşıyıcı ideolojisi laikçilik, bu toplumun İslâm’la ilişkisini yok etmekten, bizi yapay sorunlar üzerinden birbirimize düşürmekten ve bizi Batılıların ikinci sınıf kopyesi hâline getirerek bu ülkenin de, bu ülkedeki varlığımızın da tehlikeye girmesinin yapı taşlarını döşemekten başka bir işe yaramıyor esas itibariyle.
Bunun en son ve en somut göstergesi, laikçiliğin ve Batıcılığın kalesi, Robert Kolej ve Üsküdar Amerikan Kız Koleji öğrencilerinin bu yıl hepsinin yurtdışındaki üniversiteleri tercih etmesidir!
Bu ülkenin topyekûn laikleşmesi, dolayısıyla Batılılaşması, bu ülkenin çocukları arasından yeni Yunus’ların, yeni Mevlânâ’ların, yeni Sinan’ların, yeni Itrîlerin çıkmasını sağlamayacaktır. Dahası bu ülkenin Batılılaşmış kuşakları arasından yeni Kant’ların, yeni Mozart’ların, yeni Shakespeare’lerin filan çıkmasını da sağlamayacaktır: Taklit’ten ancak karikatür çıkar çünkü.
Bu ülkenin bütün kesimleri ama özellikle de İslâmî kesimleri, İslâm’ı tek vazgeçilemezleri katına yükseltemezler ve İslâm’ın adalet, ahlâk, hakkaniyet ve kardeşlik gibi evrensel ilkelerini hayata geçirme konusunda gereken özeni gösteremezlerse, hem bu ülke yörüngesini bulmakta hem de varlığını sürdürmekte bile zorlanacaktır.
KEMALİSTLERLE İTTİFAK SORUNU
Sözün özü: Türkiye, zor bir süreçten geçiyor. Kemalistlerle elbette ittifak yapılabilir. Ama Kemalistler, 19. yüzyılın çağdışı, sığ, bilimperest laikçiliğini ve pozitivizmini, sahip oldukları medya ve kültür organlarında topluma dayatmaya, İslâm’ın altını oymaya çalışırlarsa, sözgelişi “tarikatlarıncemaatlerin, gericiliğin kökünü kazıyacağız” gibi ürpertici söylemleri terketmezlerse, böyle bir ittifak başlamadan biter.
İslâmî kesimler, bir takım sorunlar yaşansa da, esas itibariyle, seküler kesimlerin yaşama haklarına müdahale etmezler, etmemişlerdir de.
Ama asıl mesele bu değil. Asıl mesele, bizatihî İslâmî kesimlerin kendileri, gücün değil İslâm’ın önünü açacak bir yolu eksene alamazlarsa, sürgit sekülerleşmekten, İslâmî ideallerini buharlaştırmaktan, dolayısıyla kasaya, masaya ve nisaya yenik düşmekten kurtulamazlar.
Bu ülkenin geleceği de, bölgemizin geleceği de, dünyanın geleceği de bizim İslâm’ı tek vazgeçilemezimiz katına yükseltme cehdi ortaya koymamızdan; bunun yolu da, İslâm’ın ahlâk, adalet, hakkaniyet, liyakat ve kardeşlik ilkelerine her hâl ve şartta özen göstermemizden ve sistemin, dolayısıyla seküler kesimlerin, laikliği dayatmak ve İslâm’ı kendileri için tehdit olarak görmek yerine İslâm’la barışabilmesinden geçer.
Vesselâm.