Bugün hicrî 1439 yılının ikinci günü.
Hicret, Çölden doğan Hakikat Güneşi’nin yeryüzüne ışık saçtığı, insanlığın önünü açtığı hakikat medeniyeti yolculuğunun başlangıcı.
Diriliş takvimimizin başlangıç noktası.
İnsanı, esfel-i sâfilîn’den/ en aşağı özelliklerden arındırarak ahsen-i takvîm’e/ en yüce özelliklere ulaştıran, insana eşref-i mahlûkât özellikleri kazandıran hakikat yolculuğunun miladı.
Diriltici hicret ruhuna, umuduna ve ufkuna iliklerimize kadar ihtiyaç hissettiğimiz şu zorlu zamanlarda, daha önce yayımlanan bir hicret yazımı gözden geçirerek, güncelleyerek sizlerle paylaşıyorum.
HİCRET RUHU: SÜFLÎ ÖZELLİKLERİ TERKETMEK, ULVÎ ÖZELLİKLERE YÖNELMEK…
Çağdaş insan hızın, hazzın, ayartıcı hırslarının ve arzularının izini sürmeyi özgürleşmek sanıyor.
Ne büyük gaflet!
Bunlar, süflî/ düşük özelliklerdir; insanı özgürleştirmez; en düşük özelliklerinin kölesi hâline getirir ve düşürür insanı.
Kişi, süflî özelliklerinden kurtularak ulvî özelliklerle donanmaya başladığı zaman, her tür putu yenebilir ve ancak o zaman özgürleşebilir ve insanlaşabilir.
Süflî özellikler, “virüs” gibi yapışkandır, kalıcı ve hızla köksalıcıdır: Kişiyi, kendine mahkûm eder. Aklını, kalbini ve ruhunu öldürür kişinin.
Ulvî özellikler ise su gibi akışkandır: Kişiyi gürül gürül akan nehir gibi, su gibi sürekli olarak yıkar, temizler ve kirlerinden arındırır; hem dış dünyada, hem de iç dünyada leziz ve nefis yolculuklara çıkarır insanı. Dolayısıyla, ulvî özellikler, insanın aklını da, kalbini de, ruhunu da diriltir, diri tutar.
Bu nedenle, ulvî özellikler, insanın diğer varlıklarla kopmaz irtibatlar kurmasını sağlar, önünde uçsuz bucaksız koridorlar açar ve Arş-ı A’lâ’ya yükseltir insanı.
İşte insanı, süflî özelliklerden arındırarak ulvî niteliklerle donatan şey, hicret ruhudur: İnsanı insanlığından uzaklaştıran kötü hasletleri terkedebilme yolculuğu, insanı üstün insanın, kâmil insanın özellikleriyle donatma umudu ve ufku…
Tarih, insanın hem dış dünyada, hem de iç dünyada gerçekleştirdiği hicret yolculuğuyla hayata ve hakikate kavuşur. İnsanı aziz yolculuklara çıkarır...
TARİHİ YÜRÜTEBİLMEK İÇİN…
Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken, insanlık olarak varoluşsal sorunlarımızı kavramımızı ve insanca bir hayata kavuşmamızı sağlayabilecek temel soru şu galiba: Tarih, alelade yürünülen bir yol mudur; yoksa yürütülen fevkalade bir yolculuk mu?
Tarihte bir yürüyüş gerçekleştirmek, tarihi yürütmekle gerçeğe dönüşebilir. Tarihte yürüyebilenler, ancak tarihi yürütmesini bilebilenlerdir.
Tarihi yürütenler, ulvî özelliklerle donanan ve kemâl yolculuğuna çıkan insanlardır yalnızca.
Süflî özelliklerine mahkûm olan kişilerse, tarihte oraya buraya sürüklenirler ve hâkim konuma geçtikleri zaman da, hayatı çatışmalardan, işgallerden, tecavüzden geçilmeyen bir cehenneme çevirirler; hakikati hayattan sürerek sürgün ettikleri için insanları da “sürüleştirirler”.
HAKİKATİ HAYATTAN SÜRGÜN ETMENİN BEDELİ: ÖZGÜRLÜĞÜN YİTİRİLMESİ
Batı uygarlığı tarihi, süflî özelliklerinden kurtulamayanların, hakikati hayattan sürgün ettikleri için bütün insanlığı “sürüleştirdikleri” bir yokoluşlar ve yokedişler tarihidir.
Latin Amerika medeniyetleri, bu yüzden tarihten sürülmüş, izleri silinmiştir. Afrikalılar, bu nedenle topraklarından koparılmış, zincirlere vurularak Avrupalara ve Amerikalara sürgün edilmiştir. Endülüs’ün kökü bu nedenle kazınmış, İspanya ve Portekiz Müslümanlara mezar edilmiştir.
O yüzden özgürlük sorunu, Batı uygarlığı tarihinin hem teolojik, hem felsefî, hem de siyasî açıdan en temel sorunlarından biri olmuştur.
BİR VAROLUŞ VE VARKILIŞ TARİHİ
Müslümanların tarihi, insanın süflî özelliklerinden kurtularak insanlaşmasının, ulvî özelliklerle donanmasının örneklerinin ortaya konulduğu bir varoluş ve varkılış tarihidir.
Elbette ki, Müslümanların tarihinde de gözardı edilemeyecek sorunlar yaşanmıştır. Ama bu sorunlar, Batı uygarlığı tarihinde yaşanan sorunlarla karşılaştırıldığında devede kulak gibidir. Müslümanların tarihine panoramik bir şekilde bakıldığında bu gerçeği test edebiliriz kolaylıkla.
Müslümanların tarihi, Mekke’de Müslümanlara nefes aldırmayanlara, Müslümanların Medine’de hayat ve varolma hakkı tanıdıkları; Abbasiler döneminde Arap yarımadasında ve hinterlandında; İspanya’da Endülüs’te ve nihayet Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyalarında Osmanlı medeniyetinde birbirinden farklı bütün inançların, inanç ve düşünce sahiplerinin güven içinde varolabildikleri, kendilerini gerçekleştirebildikleri zeminlere ve imkânlara kavuşabildikleri sadece Müslümanlar için değil, herkes için bir darü’s-selâm/ barış yurdu tarihidir.
MEDENİYETİN YAPITAŞLARI, HİCRET RUHUYLA DÖŞENİR
Tarihte, hayatın hakikate, hakikatin hayata kavuşması da, insanın insanca bir hayat sürdürebilmesi de, nihayet tarihi yürütebilmesi de yine hicretle mümkündür.
Hicret, tarihin de, hayatın da çok katmanlı, her şeyi ve herkesi varedici derûnî bir mânâya ulaşmasıdır.
Hicret, tarihin de, hayatın da kötülüklerden arınması ve bütün varlıklara diriltici bir nefes üfleyen kanatlandırıcı bir ruhla donanmasıdır.
Hicret, insanı süflî özelliklere mahkûm ve esir eden beşerliğinin, ulvî özelliklerle donanarak insanlaşmasının, kemâle ulaşma yolculuğunun bidayetine erişilmesi zorlu ama münbit yürüyüşünün adıdır.
Medeniyetin yollarının yapıtaşları, Mekke’lerden Medine’lere gerçekleştirilen hicretlerle döşenir…
Hicret, yeniler insanı; taze ve diriltici bir ruh üfler insana…
O yüzden, tarihte varoluş şartı hicrette, hicret ruhuyla donanabilmekte gizlidir.
Yeni hicrî yılımız mübarek olsun. Hayırlı ve taze başlangıçlara vesile olsun. Vesselâm.