Batı uygarlığının yükselişi gözkamaştırıcı, şaşaalı ve çok kanlı oldu: Hümanizm, rönesanslar, reformasyon ve karşı reformasyonlar, siyasî, entellektüel ve iktisadî devrimlerle Batı uygarlığı, dünya üzerinde eşi görülmemiş yıkıcı bir hegemonya kurdu.
Bir yandan ortaçağın çıkmazından çıkmayı başardı; toplarlandı ve dünya tarihini yapan birincil aktör konumuna yerleşti.
Ama öte yandan da hiç bir medeniyete hayat hakkı tanımadı; tarih boyunca geliştirilen, büyük medeniyetlerin önemli bir kısmının kökünü kazıdı, kökünü kazıyamadıklarını da fosilleştirdi, tarihten uzaklaştırdı.
Her hâlükârda insanlığa diz çöktürdü.
Batı uygarlığının yaklaşık dört asırdır dünya üzerinde kurduğu hegemonya, kontrol ve kolonizasyona dayalı bir hegemonya.
BATI'NIN SALDIRGANLIĞININ NEDENİ: UMUD'A DEĞİL, KORKU'YA DAYANIYOR OLMASI
Burada sorulması gereken hayatî soru şu: Tarihte, başka medeniyetler arasında da büyük savaşlar, çatışmalar yaşandı ama hiç bir medeniyet Batı uygarlığı gibi varlığını ve hegemonyasını başka medeniyetlere saldırarak, başka medeniyetlerin köklerini kazıma barbarlığı göstererek kurmadı.
Öyleyse, neden yalnızca seküler-kapitalist Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, bütün medeniyetlerin kökünü kazıma ilkelliğine dönüştü?
Bunun en temel nedeni, Batı uygarlığının başından itibaren umutlar üzerinden değil korkular üzerinden varolması, korkular üzerinden dünya üzerinde hegemonya kurması ve hegemonyasını korkular -ötekiler, kötüler, canavarlar vs.- icat ederek korumaya kalkışmasıdır.
BATI'NIN KORKUSUNUN KAYNAĞI: İNSANI TANRILAŞTIRMASI VE AZMANLAŞTIRMASI
Batı uygarlığının korku'ya dayalı olmasının ve dolayısıyla saldırganlığının temelinde insanı tanrılaştıran, insanın önce tabiata, sonra da Tanrı'ya ve insana hâkim olma kaygısıyla hareket etmesine yol açan -iliklerine kadar yaşadığı- ontolojik güvensizlik sorunu yatıyor.
Seküler-kapitalist, pagan Batı uygarlığının insanı tanrılaştırması, Batılı insanın saldırganlaşma güdüsü tarafından güdülmesine yol açtı.
Yaşadığı bu ontolojik güvensizlik duygusunu, ancak epistemolojik güvenlik alanlarını genişleterek aşabileceğini çok iyi biliyordu Batılı insan.
O yüzden bilgi'yi güç olarak konumlandırdı; tabiatı, bilgiyi ve teknolojiyi güç üretecek bir bir araç olarak gördü.
Sonuçta güç üreten araçlara sahip olma güdüsünü amaç hâline getirdi: Böylelikle insan amacını yitirdi; araçların, güç üreten araçların kölesi olmaktan kurtulamadı.
Nietzsche, “insan, amacımızdır yitirdi!” diye çıldırmıştı.
Gelinen nokta ürpertici: Önce yüzyıl önce tam da maddî gücünün zirvesine ulaştığı bir zaman diliminde, Batılılar, insanlık tarihinin iki büyük kanlı savaşına imza attılar.
Sonra, Avrupa tarihten çekildi.
Avrupa'nın yerine Amerika yerleşti ama hiç bir köklü felsefî geleneği, bilgelik geleneği ve kültürel geleneği olmayan Amerika, yarım asırda dünyaya kan kusturdu; hâlen de aynı barbarlığını en uç noktalara kadar götürüyor.
Dünyaya uygarlık, özgürlükler, insan hakları sunduğunu söylüyor Amerika; ne var ki, bu söylemler, hem yalnızca retorikten ibaret kalıyor hem de en önemlisi de dünya üzerinde gerçekleştirdiği bütün işgalleri ve cinayetleri örtbas eden ayartıcı bir maske işlevi görüyor.
İNSANLIK, BÖYLESİNE AYARTICI VE YIKICI BİR FELÂKET YAŞAMADI!
Evet Batı uygarlığının hem kendi geldiği hem de bütün dünyaya zihnen ve fiilen hâkim olduğu için insanlığı eşiğine sürüklediği nokta ürpertici.
İnsanlık, büyük bir varoluşsal bunalımın eşiğinden geçiyor.
Bu varoluşsal bunalım, hayatın her alanında, üstelik de ürpertici boyutlarda kendini gösteriyor.
Anlam anlamını yitirdi; bütün değerler değersizleşti; tabiat delik deşik edildi; insan hakikat fikrini yitirdi, o yüzden, dünya, insansızlaştı; insan da dünyasızlaştı; sadece hızın, hazzın, arzularının ayartısıyla nefes alabilecek insan-altı bir varlığa dönüştü çağdaş insan.
Batılılar, bütün retorikten (içi boş, laftan ibaret olan ve günahlarını maskeleme işlevi gören) bütün ayartıcı vaatlerine rağmen dünyayı büyük bir kaosun, çatışmaların, savaşların eşiğine sürüklediler.
Bizim altı asırda barış yurduna çevirdiğimiz dünya tarihinin yapıldığı bu merkez insanlık coğrafyasını, Batılılar, bir asırda cehenneme çevirmeyi başardılar!
İnsanlık, bir yandan ayartıcı öte yandan da ayartıldığını bile göremeyecek kadar u/yutucu bir ontolojik felâketin eşiğinden geçiyor...
Başka bir deyişle, insanlık bu maskeli balo vaziyetleriyle kaygan zeminlerde güle oynaya yok oluşun eşiğine sürükleniyor...
Tarihte böyle bir felâket yaşanmadı: Bir yandan bütün medeniyetlerin kökü kazındı; öte yandan da, neo-pagan Batı uygarlığının bu ayartıcı ve baştan çıkarıcı “pornografik” saldırısı nedeniyle Batı, bütün dünyayı kendisine mahkûm etti, köleleştirdi: Bütün dünyayı, celladına âşık yaptı!
BU DÜNYA BÖYLE GİTMEZ!
Bu dünya böyle gitmez!
Ontolojik yokoluşun zirve noktasını güle oynaya yaşıyor insanlık!
Bu gerçeği, insanlığa sadece Müslümanlar gösterebilir ve bu ayartıcı ontolojik yok oluş sürecinden bütün insanlığı sahil-i selâmete İslâm'ın çağlar ötesi hakikat fikrini, lime lime işleyerek, insanlığın karşı karşıya kaldığı felâketten nasıl çıkılabileceğini bütün dünyaya gösterecek zorlu, köklü ve uzun soluklu hakikat medeniyeti yolculuğuna bütün insanlığı yalnızca hakikatten süt emen, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, o yüzden “ümmîleşebilmiş” (çağrısı çağ'ını kuracak), insanlığın varoluşsal sorunlarını iliklerine kadar hisseden fikir ve oluş çilesi çeken Müslüman öncü kuşaklar çıkarabilir.
Öyleyse, bize düşen, insanlığın önünü açacak bu çilekeş öncü kuşakları, hakikat adamlarını yetiştirmek ve bunun için gerekli bütün hazırlıkları daha fazla gecikmeden adım adım hayata geçirmek...
Artık şu gerçek bütün çıplaklığıyla anlaşılmış olmalı: Dünya “biz”e gebe, bizse hakikate...
O yüzden Batılılar, İslâm dünyasını kan gölüne çeviriyorlar ve mazlum dünyanın umudu son kale Türkiye'yi durdurmak ve boğmak istiyorlar!
Biz yeniden gelince, emperyalist Batılılar, defolup gidecek çünkü...