Ahmet Arslan
Azgın azınlığın traji-komik hâli, tükenişin hâl-i pür melâli...
Şu anlaşıldı artık: Bu ülkede, çoğunluğun azınlığa değil, azgın azınlığın sessiz çoğunluğa tahakkümü vardır.
Yüz yıllık travmatik tarihimize önyargısız bir gözle baktığınızda bu tedirgin edici gerçeği görmeniz ve teslim etmeniz hiç de zor olmayacaktır.
Bunun son traji-komik bir örneği geçtiğimiz hafta Adana Film Festivali’nde yaşandı. Programın sunuculuğunu yapan bir oyuncu, Meltem Cumbul, festivalde, en iyi yönetmen ödülü verilen ülkemizin en parlak film yönetmenlerinden Semih Kaplanoğlu’nu alenen, milletin önünde aşağıladı!
Ama yaşanan hâdise, azgın azınlığın keyfince hükmettiği kültür-sanat iktidarının kabızlık hâlinin ve bitişin habercisidir...
AŞAĞILANAN SEMİH KAPLANOĞLU DEĞİL, BU ÜLKENİN RUH KÖKLERİDİR
Mesele basit bir el sıkmama meselesi değildir.
Aslında bu ilkel hâdiseyle birlikte, bu ülkenin kültür dünyasına keyiflerince hükmeden küçük, azgın azınlığın, bu ülkenin kültüründen, ruh köklerinden ne kadar nefret ettiği, her fırsatta nasıl faşistleşebileceği bir kez daha gün ışığına çıkmış oldu.
Aşağılanan sadece Semih Kaplanoğlu değildir. Aşağılanan bu ülkenin kültürel değerleri, anlam haritaları ve ruh kökleridir.
Ne var ki, bu aşağılayıcı hareket, trajik değil, traji-komiktir.
Traji-komiktir; çünkü aşağılanan kişi, yaptığı toplam altı filmle ve aldığı 28 uluslararası ödülle, bu ülkenin en parlak sanatçılarından ve yönetmenlerinden biridir.
Aşağılayansa, hiç bir yetenek ışıltısı göstermeyen, sıradan, lümpen bir oyuncudur.
Sıradan bir oyuncunun dünya çapında takdir toplamış bir film yönetmenini aşağılamaya kalkışması komiktir. Meselenin içinde “işsizlik” varsa, bu daha da komik, hatta trajiktir.
İşin daha trajik tarafı şudur: Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nun sinemada yaptığı “devrimi” anlayamayacak kadar film dilinden de, film estetiğinden de, entellektüel birikimden de yoksun biridir.
Eğer Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nun film dilinde ülkemizde yaptığı ve bütün dünyada takdir toplayan “devrim”i anlayabilecek çapta biri olmuş olsaydı, bırakınız Kaplanoğlu’nu aşağılamayı, ayakta alkışlardı.
HAYSİYET SORUNU VE BU ÜLKEDEKİ TRAJİ-KOMDEDİ’NİN BOYUTLARI...
Foucault ile Deleuze çağımızın iki cins düşünürüdür. Foucault, Deleuze’ün hocasıdır.
Deleuze’ün hocası hakkında söylediği sarsıcı bir söz vardır. Deleuze, “Foucault, bize hiç bir şey öğretmediyse şunu öğretmiştir ve bu onu büyük bir düşünür yapmaya yeter: Başkaları adına konuşma, başkalarını yargılama haysiyetsizliği.” (Cumbul, bırakınız bu isimleri tanımayı, telaffuz edebilir mi acaba? Ama bu isimleri de, çağdaş düşünceyi de, İslâm düşüncesini ve estetiğini de iyi bilen bir yönetmeni “gerici, yobaz, yalaka” vesaire gibi ilkel niteliklerle yaftalamak nasıl acıklı bir güldürüdür, değil mi?)
Adana’da yaşanan çirkin hâdise, başkaları adına konuşma, yargılama ve nefret söylemi üretme ilkelliği ve faşizmidir.
Sadece sunucunun çirkin davranışından sözetmiyorum. Bu ülkede, sunucunun kendisini ait hissettiği dar bir çevrenin, bu ülkenin kültür ve sanat dünyasına keyiflerince hükmeden azgın bir azınlığın traji-komik durumunu ele veren, ülkemiz adına tedirgin edici bir hâdiseden sözediyorum.
Oysa bu ülke sıradan, herhangi bir ülke değil. İnsanlık tarihinin Yunus gibi, Mevlânâ gibi, Sinan gibi, Fuzûlî gibi, İbn Arabî gibi en büyük bilgelerinin, düşünürlerinin, sanatçılarının en ön sıralarında yer alan öncü isimlerini yetiştirmiş bir medeniyet birikimini insanlığa armağan etmiş bir ülke burası.
Semih Kaplanoğlu, işte bu isimlerini saydığım öncülerin ortaya koydukları evrensel insanlık birikimini özümsemiş, bu birikimi film diline aktarmayı başarabilmiş ve dünyaya bizim nasıl imajinatif bir film dili ve estetiği armağan edebileceğimizi gösterebilmiş ilk sıradaki yönetmenimizdir.
Adana Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü verilen filmi Buğdaydünyada yüzümüzü ağartacak bir başyapıttır.
Bu ülkede yüzyıldır kültür ve sanat dünyasına hâkim olan Meltem Cumbul da, onlar adına konuştuğu celladına âşık tasmalı çekirgelerin hiç biri de, böylesine büyük bir atılıma öncülük edememiştir. Ve bu ülkenin zengin ve engin kültürel dinamiklerini, insanı sarıp sarmalayan, kanatlandıran, ötelerin ötesine taşıyan, çağları, zamanları ve mekânları aşarak günümüze kadar gelen ve yarına da iletilecek çapta ve derinlikteki ruh köklerini aşağıladıkları, aşağılamaya devam ettikleri sürece de dünya sinemasına, sanatına özgün diller ve estetikler armağan edecek yaratıcı bir atılıma öncülük edemeyeceklerdir, etmeleri de mümkün değildir.
ÇEYREK ASIR İÇİNDE SİLİNİP GİDECEKLER...
Cumbul’un davranışı, ait olduğu azgın azınlığın traji-komik hâli pür melâlini çok iyi resmediyor.
Bu davranış biçimi, bu azgın azınlığın hem bu ülkenin sahip olduğu devâsâ kültürel, sanatsal ve estetik birikimden bîhaber olduklarının hem de bu birikimi başka bir medeniyetin ürünü olan sinema gibi bir sanat formunu dönüştürecek ve bizim kültürel, sanatsal ve estetik kodlarımız üzerinden yeniden icat edecek bir atılıma imza atmış bir yönetmeni aşağılamakla ne kadar acıklı ve gülünç duruma düştüklerini göremeyecek kadar çapsız, sığ ve acıklı durumda olduklarının göstergesidir.
Böylesine ilkel bir davranış biçimine Türkiye’de kültür-sanat dünyasına keyiflerince hükmeden azgın azınlığın hiç olmazsa bu kez “bu kadar da olmaz” diyerek karşı çıkmasını ve bu ilkel davranışı kınamasını beklerdim.
Olmadı tabii. Olması da mümkün değildi, elbette ki.
Bu azgın azınlık bu kafayla giderse, çok değil bir çeyrek asır içinde, kendiliğinden silinip gidecektir...
Böylesine ilkel bir traji-komediyle uzun süre nefes alıp verebilmesi olmayacak bir şeydir çünkü.