Charlie Hebdo saldırısının yaşandığı gün bir roman yayımlanır Fransa'da. Ve yoksatar bu roman.
FRANSA'DA İSLÂM DEVRİMİ?
Romanın başlığı, “İtaat”tir. Romanın yazarı Michel Houellebecq, provokatif bir dille, 21. yüzyılda Fransa'da bir “İslâm devrimi” tablosu çizer: Hızla Müslümanlaşan Fransa'da bir süre sonra İhvan-ı Müslimin seçimlerle iktidarı ele geçirir ve Fransa'yı kökten değiştirir.
Romanın kahramanı, edebiyat profesörü, huzurlu bir dünya arayışı içindedir. İslâm'ı, Fransa'nın huzurunu tehdit eden bir hayalet olarak görür önce. Ama daha sonra, İslâm'ı inceler ve Müslüman olur.
Romanın yazarı, roman kahramanı edebiyat profesörünün Müslüman olmasının da, Fransız toplumunun hızla Müslümanlaşmasının da temel nedeninin, Fransız toplumunun her bakımdan çökmenin eşiğine sürüklenmesi olduğunu söyler romanında.
Ve eğer Fransızlar -dolayısıyla Batılılar- akıllarını başlarına devşirmezlerse, iki büyük tehlikenin eşiğine sürüklenmekten kurtulamayacakları uyarısında bulunur: Avrupa'nın Müslümanlaşması ve faşizm çukuruna yuvarlanması.
Charlie Hebdo saldırısının gerçekleştiği gün yayımlanan ve anında yoksatan bu roman, geçtiğimiz hafta İngilizce “Submission” başlığıyla yayımlandı ve bütün dünyada yoksatacak!
Bu romanın son Paris saldırısından birkaç gün önce İngilizce'ye çevrilmesi ve yayımlanması ilginç. Ama bendeniz bu yazıda meselenin bu yönüyle değil, felsefî yönüyle ilgili cümleler kurmak niyetindeyim.
BATI'YI KURAN VE YAŞATAN “RUH”: UMUTLAR DEĞİL KORKULAR!
Önce şu: Batı, umutlar üzerine kurulmadı; korkular üzerine kuruldu, korkular üzerinden varoldu hep. Ve korkular icat ederek, ötekiler icat ederek, kötü'ler icat ederek dünya üzerinde hegemonya kurdu.
Bunun nedeni ne, peki?
Bunun bir görünür, bir de görünür'ü görünür kılan görünmez iki temel, felsefî nedeni var.
Görünür neden, Batı uygarlığının gücü ele geçirme güdüsüyle hareket etmesidir. Hakikate değil, güce dayanıyor olması. Güce dayanıyor olması; çünkü hakikat fikrinin “bulunmaması”.
İkinci neden, tam da burada karşımıza çıkıyor: Batı uygarlığının insanı, hayatı ve Yaratıcı fikrini hem dikey hem yatay hem iç hem dış hem melekût hem de mülk âlemini ihata edecek ölçekte ve derinlikte bütünlüklü bir hakikat fikrinin bulunmaması.
KORKU'NUN FELSEFÎ TEMELLERİ
Elbette ki, her medeniyet gibi Batı uygarlığının da kendine özgü bir “hakikat” tasavvuru var; ama tek boyutlu bir tasavvur bu. Bu gerçeği, Marksist Frankfurt Okulu'nun cins düşünürlerinden Herbert Marcuse enfes bir şekilde “Tek-boyutlu insan / One-dimensional man” olarak tarif etmişti. Tek-boyutlu toplum, tek-boyutlu düşünce, tek-boyutlu uygarlık...
Çağımızın en parlak tarih ekollerinden Annales Okulu'nun yaşayan son kuşak temsilcisi, en büyük dünya tarihçisi William McNeill, bu gerçeği, 2500 yıllık Batı uygarlığı tarihine uyarlayarak şöyle bir tespitte bulunur: “Batı uygarlığı, Grek naturalizmi / paganizmi ile Hint mistisizmi arasında yaşanan bir ifrat /abartı ve tefrit / ayartı hâdisesidir.” McNeill'in bu tespiti, meseleyi özlü bir şekilde özetler.
Grek ve Romalılar döneminde pagan özellikleri her şeyi belirler Batı uygarlığının. Bu dünya yani görünür, dış gerçeklik kutsanır; bu dünyada da tanrılardan “ateş”i çalan Promete, insanın tanrılaştırıldığı bir dünyanın temellerini atar.
Kilise çağlarında, bu kez, Batılı insan, iç dünyasına kapanır; bu dünyadan kaçar.
Zaman zaman iç dünya ile dış dünya arasında gelgitler, alışverişler, sentezler yaşandığı gözlenir; ama baskın yönelim, fizik dünyanın, görünür olan'ın kutsanması şeklinde tezahür eder.
Özellikle de modernlikle birlikte, insanın tanrılaştırılması ve fizik gerçekliğin kutsanması en uç noktalarına kadar götürülür. Tanrı fikrinin yitirilmesi, modern / seküler insanın, kendine olan güvenini yitirmesine (=ontolojik güvensizlik duygusunu iliklerine kadar hissetmesine) yol açar.
Modern insan, bu özgüven yitimini, epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmekte (=bilgi üreten gücü ele geçirme güdüsünü yegâne varoluş nedeni olarak benimsemekte) bulur.
GÜÇ, GÜDER VE YOKOLUŞUN TEMELLERİNİ DÖŞER!
Hakikat fikrinden yoksunluk, tek hakikatin güç olarak, gücü ele geçirme güdüsü olarak tayin edilmesiyle sonuçlanır: Böylelikle modern / seküler insan, güç üreten araçları putlaştırır; güç üreten araçlara sahip olma güdüsü, insana yapay ve ayatıcı bir özgüven duygusu kazandırır.
Ama bu, çok tehlikeli bir oyundur: Güç, insanı güder, insanı kendine esir eder; hayatı çölleştirir, insanı ise ruhsuzlaştırır, azmanlaştırır; insanın hayallerini, hayaletlere dönüştürür. İnsan, umutlarla değil, korkular icat ederek varlığını sürdürebilir sadece.
Ama korkuların varettiği bir uygarlığı, korkuların yok etmesi mukadderdir. Bunu da unutmamak gerekir.
Korkular üzerine kurulan bir dünya, güçlü olanın haklı olduğu Darwin'yen bir dünyanın kapılarını sonuna kadar açar: İşte orada artık “orman kanunları” hükümran olur. Güçlüler, “güçsüzleri” korkutarak düzenlerini korur. Ama bu düzen, bir süre (üç-beş asır) hükümran olsa bile, sonunun, mutlaka “ölüm” olduğunu bilemez.
AVRUPA'NIN İSLÂMLAŞMA KORKUSU!
Avrupa'nın korkulu rüyası: İslâmlaşması. Eğer önümüzdeki yarım asırda Müslümanlar toparlanır, nefes almaya başlar, yeniden tarih yapacak köklü bir fikrî hazırlık yapabilirlerse, Avrupa'da İslâm hızla yayılacak çünkü.
Avrupa'da ailenin çökmesi, toplumun bitmesi, insan türünün geleceğinin bile tehlikeye girmesi, Avrupa'nın korkunç bir İslâm korkusu icat ederek varlığını sürdürme kaygısı gütmesine yol açıyor.
İslamofobi'nin, dolayısıyla İslâm'ı terörle özdeşleştirme kaygısının, terör örgütlerinin kullanılarak terörün Avrupa'yı vurmasına zemin hazırlanmasının temelinde yatan -aslında sözkonusu romanın dikkat çektiği- ürpertici gerçek gerekçe bu işte!