Ahmet Arslan
Sistemi dönüştürmek mi, sistem tarafından dönüştürülmek mi?
Hepimiz ağır bir imtihandan geçiyoruz: Dünyaya söylenecek, dünyanın ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettiği bir söz var. O sözü söyleyecek biziz ama biz yokuz.
Yokuz; çünkü biz, biz’de değiliz; iz’imizi yitirdik.
İz’imizi yitirdiğimiz için de biz’e ulaşamıyoruz...
İz’e ulaşabildiğimiz zaman, biz’e ulaşabiliriz ancak.
Biz, iz’de gizli; iz de biz’de çünkü.
BİZ’İN İZ’İ: SÂBİTELER VE DEĞİŞKENLERİN SEYRÜSEFERİ...
İz’imizi yitirdiğimiz için biz olamıyor, biz’i bulamıyoruz.
O yüzden esen sert rüzgârların önünde oraya buraya savrulup duruyoruz...
Biz’i biz yapan güç, sâbitelerimizi her hâl ve şartta koruyabilme irademiz ve kudretimizdir. Sâbitelerimizi koruyabiliyorsak, sâbitelerimizin, biz’de bıraktığı iz, köklü ve sağlam, demektir.
Yok eğer sâbitelerimizi koruyamıyorsak, değişkenlerin sâbitelerimizi yuttuğuna, bizi de uyuttuğuna hükmedebiliriz.
Sâbitelerini yitiren toplumlar, gelip geçici değişkenlerin estirdiği fırtınaların önünde duramazlar; dalga-kıramaz ve dalga-kuramazlar.
Öyleyse sâbitelerimizi koruyabilmemiz şart. Sâbitelerimizi koruyamazsak biz olamayız, biz’i aslâ koruyamayız.
Biz’i “kuran”, bizi bütün esen fırtınaların önünde dimdik durduran, gelip geçici değişkenler değil, kalıcı, kök salıcı, ön açıcı sâbitelerdir.
Değişkenler, ne iz bırakabilir ne de bizi biz yapabilir.
Bizi biz yapan, biz’in tarihte, zamanda ve mekânda iz bırakmasına imkân tanıyan, zamanlara ve mekânlara meydan okuyan köklü, kalıcı, köksalıcı ve biz’i de, iz’i de geleceğe taşıyıcı sarsılmaz çınarlar yani sâbitelerdir.
İSLÂM ASLÎ VE KALICI, İDEOLOJİLERSE ARIZÎ VE GEÇİCİDİR...
Sâbiteler aslîdir; değişkenlerse, -adı üstünde, doğası gereği- arızî, yani gelip geçici...
Sâbiteler, aslî temelleri ve sütunları muhkem, sarsılmaz bir şekilde diker.
Oysa değişkenler, arızî olduğu için sürgit arıza üretir.
İki asırdır, medeniyet gökkubbemiz çöktüğü için, değişkenlerin, arızî olan, arızî olduğu için de sürgit marazîlikler üreten taarruzlarına maruz kalıyoruz...
İslâm ilâhîdir; o yüzden de aslîdir; bütün zamanlara ve mekânlara hitap eder: Bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerli olabilecek ilkeler, değerler, anlam haritaları ve anlamlandırma pratikleri sunar.
Bütün ideolojiler, beşer ürünüdür, arızîdir, gelip geçicidir; değişen zamana dayanamaz ve -örneğin sosyalizm, nasyonal sosyalizm yani faşizm gibi- aşılır zamanla...
Bir ideolojinin ebedî, sonsuz olduğunu söyleyen insanlar, tam bir akıl tutulması, zihin felçleşmesi yaşıyorlar, demektir.
Hiçbir ideoloji, ebedî, sonsuz olamaz.
Herhangi bir ideolojinin ebedî, sonsuz olduğunu, kıyamete kadar süreceğini söyleyen kişiler bunu ya çıkarları öyle gerektirdiği için ya da bir ideolojiyi dogmalaştırdıkları için söylüyor olabilirler; ki, her iki durumda da, insanın -en azından kendi- aklıyla, zekâsıyla dalga geçmek demektir bu!
İSLÂM DÖNÜŞMEZ, DÖNÜŞTÜRÜR...
Evet, İslâm dönüşmez, dönüştürür...
İslâm’ın Müslümanlardan beklediği şey de, dönüşmek değil, en azından her türlü dönüştürme biçimlerine karşı direnmek, dimdik durmaktır.
Müslüman, bulunduğu yerin şeklini alan kişi değil, bulunduğu yere şeklini veren kişidir.
Eğer Müslümanlar bulundukları yere şekil vermiyorlar da, bulundukları yerini şeklini alıyorlarsa, yapmaları gereken şey, derhal aynaya bakmakolmalıdır.
Bu yazıda serdettiğim fikirler, güncel siyasetle sınırlı fikirler değildir; aksine güncel siyasetin sınırlılıklarını aşmaya, bizi sâhil-i selâmete ulaşmaya, bizi bize ulaşmaya, biz’in izini sürmeye çağıran fikirlerdir.
Söylemek istediğim şeyin özel ve genel olmak üzere iki boyutu var.
Birincisi şu: Sistem mi bizi dönüştürecek, biz mi sistemi dönüştüreceğiz?
İkincisi de: Dünya mı bizi dönüştürecek ve kendine benzetecek; yoksa biz mi dünyayı dönüştürüp hakikatin rengine boyayacak ve daha âdil, daha barışçıl ve daha kardeşâne bir dünyayı nasıl inşa edebileceğimiz yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatacağız?