Ahmet Arslan
Kendi ülkesinde “çifte sürgün” yaşayan bir entelektüel: Şerif Mardin
Dünya ölçeğindeki en önemli sosyal bilimcimiz, Şerif Mardin vefat etti. Allah, rahmet eylesin, taksiratını affetsin.
Şerif Mardin, din-devlet, din-toplum, özellikle de din-laiklik ilişkilerinde, ezber bozucu analizler yapmıştı.
O yüzden bu ezber-bozucu tahlilleri, hâkim seküler entelijansiyayı rahatsız etmiş, uzunca bir süre “kurtarılmış bölge” gibi işleyen “seküler akademik iktidar” tarafından dışlanmasına yetmişti.
Öyle ki, Türkiye’nin dünya çapındaki en önemli sosyal bilimcisi, TÜBA’ya (Türkiye Bilimler Akademisi’ne) alınmamış, üyelik başvurusu onyıllarca reddedilmişti!
CEBERRUT DEVLET, ENTELEKTÜEL DOGMATİZM VE MARDİN’İN SÜRGÜN’Ü…
Cumhuriyet’le birlikte, ceberrut bir devlet icat edildi: Toplum, jakoben yöntemlerle, tepeden modernleştirilmeye (sekülerleştirilmeye) çalışıldı.
Belki de Benedict Anderson’ın “hayali toplum”u gerçek anlamda Türkiye’de gerçeğe dönüşmüştü!
Bu modernleştirme / sekülerleştirme çabası, önce devletin, sonra da zamanla toplumun İslâm’dan, İslâmî anlam haritalarından ve anlamlandırma pratiklerinden büsbütün arındırılmasını amaçlıyordu.
Radikal / yıkıcı modernleştirme / sekülerleştirme projesi, Tanpınar’ındeyişiyle “kültürel inkâr”la yol almayı hedefledi ama sonuçta kültürel inkâr, kaçınılmaz olarak kültürel intiharla sonuçlandı!
Medeniyet iddialarımız terkedildi. Türkiye, medeniyet değiştirme sürecine sürüklendi…
Bir toplum, hele de tarih yapmış, dünya tarihinin akışını şekillendirmiş bir toplum, medeniyet iddialarını terkederek ve reddederek, ardından medeniyet değiştirme çabasına soyunarak, ödünç bir dünya’da, ödünç bir akıl’la bırakınız bilim, düşünce ve sanatta atılım yapabilmeyi, varlığını bile sürdürebilir miydi?
Olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi bu!
Türkiye’de jakoben modernleşme / sekülerleşme projesi, benzeri olmayan, sonuç itibariyle, ülkeyi tam bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyecek radikal bir projeydi.
Şerif Mardin, bu gerçeği görmüş ve esaslı sorular sormuştu: Türk modernleşmesinin taşıyıcı ideolojik aygıtı Kemalizm’in “iyi, güzel ve doğru” fikri sunamayacak kadar zayıf, tabansız bir ideolojiolduğunu söyledi; nihayetinde, büyük bir “değer boşluğu” oluşturduğunu, böyle gittiği sürece seküler Türk aydınlarının “halktan uzaklaşmaya ve halka yabancılaşmaya devam edeceklerini ve büyük sürprizlere hazır olmaları gerektiğini”hatırlattı.
Bu tür analizleri, sadece literati (okumuş-yazmış) olduğunu ifade ettiği, eleştirel ve analitik melekeleri gelişkin bir entelektüel yetkinlikten, donanımdan uzak olduğunu vurguladığı Kemalist entelijansiya tarafından dışlanmasına yetti.
Tepeden inmeci jakoben ceberrut devlet, bilimi kutsadı; din’in yerine “laikliği” anlam haritalarını tanımlayıcı yegâne çerçeve olarak belirledi; Batı’yla simulatif (sığ, sahte ve yüzeysel) ilişkiler kurabilen, zihnî felç yaşayan, celladına âşık dogmatik seküler entellektüel tipi ve iktidar biçimi üretti.
Bu dogmatik entellektüel ve akademik iktidar, Şerif Mardin’e -neredeyse tam yarım yarım asır- kendi ülkesinde entelektüel sürgün hayatı yaşattı.
Tarihin bir cilvesi olarak, Şerif Mardin’e hakettiği değeri (Althusser’yen yeni-sol dışında) esas itibariyle İslâmcılar verdi.
En parlak iki öğrencisinin Ahmet Davutoğlu ve Bedri Gencer olması tesadüfî değildi, elbette ki.
Türkiye’nin anormal, zorlu şartlarında -kendisinin de kültürel sürgünyaşadığını hissettiğini zannettiğim- Şerif Mardin, Türkiye’nin sürüklendiği epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş felâketini görür gibiydi ama ömrü vefa etmedi.
BATILI ÇERÇEVELERLE İSLÂM’A BAKMAK?
Türkiye şartlarında zihni donduran, pozitivist ezberleri kutsayan, oradan da “sahte” ama sonuçta ülkenin zihnî geleceği açısından tehlikeli bir iktidar kuran yel değirmenlerine karşı sessiz ve derinden savaşan bir Don Kişot gibiydi.
O yüzden entellektüel sürgün, kaderiydi.
Oysa Şerif Mardin’in çabası önemliydi Türkiye şartlarında.
Ama Şerif Mardin, Batılı sosyal bilimlerin metodolojileri içinden konuştu.
Şunu söylüyorum hep: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini, dilini ve yönünü tayin eder. Durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler.
Seküler Türk entelijansiyası Batı’ya, Batılı sosyal bilimlerin metodolojilerine, teorik çerçevelerine konuşlanarak, bu toplumu, bu toplumun sorunlarını konuşmuş olmuyor aslında.
Konuşlandığınız yer, konuşmanızın hem içeriğini belirliyor hem de özne’nizi nesneleştiriyor; yani hem Türk toplumunu Batı toplumlarını anlamak için geliştirilen kavramsal çerçevelerle anlama açmazı üretiyor hem de daha önemlisi de Batı hegemonyasını (araştırma nesnesi Türk toplumu üzerinden) yeniden-üretiyor ve bir kez daha meşrûlaştırmış oluyor.
Şerif Mardin, bu topluma, bu toplumun zihin setleri, kültürel kodları üzerinden bakmadı, Batılı zihin setleri ve kültür kodları üzerinden baktı.
Meselâ din’i, ideoloji’nin bir alt kategorisi olarak konumlandırdı.
Burada iki temel sorun vardı: Birincisi, İslâm ile diğer dinleri aynı “din” kategorisi içine dâhil ederek inceleme konusu yapmak, çok yanlış yerlere götürürdü kişiyi.
İkincisi, İslâm, her hangi bir olgunun alt kategorisi değil, hayatın bütününü kucaklayan, anlamlandıran bir dünya-hayat tasavvuruydu.
MERKEZ-ÇEVRE İLİŞKİLERİ’Nİ NEDEN TERS YÜZ ETTİ?
Burada son olarak, Şerif Mardin’in yaptığı ama nedense hiç görülemeyen bir yanlışlığa ya da “atraksiyon”a dikkat çekerek yazıyı bitirmek istiyorum.
Şerif Mardin’in “merkez-çevre ilişkileri” çözümlemesi çok konuşuldu.
Mardin, siyasî güç odaklarını “merkez”, toplum’u da “çevre” olarak konumlandırmıştı.
Oyda Mardin’in bu kavramı ödünç aldığı Edward Shils, bu kavramı bambaşka bir düzlemde ve anlamda kullanıyordu.
Shils, toplumun kültürünü, dolayısıyla toplumun bizâtihî kendisini “merkez” olarak konumlandırıyordu.
Şerif Mardin, Shils’in çerçevesini ters yüz etmişti ama hiç kimse de çıkıp da, bu duruma dikkat çekmedi bu ülkede!
Bütün bunlara rağmen Şerif Mardin, tekrar tekrar okunacak, zihnimizi açacak dünya çapındaki en önemli sosyal teorisyenimizdi.
Bizzat kendisinin Türk toplumunu Batılı perspektiflerle anlamaya çalışması anlamında yaşadığı “kültürel sürgün”lük hâli ve yanısıra dogmatik entelektüel-akademik iktidar tarafından kendisine reva görülen “entellektüel sürgün”lük durumu’yla ortaya koyduğu entellektüel çabanın ve birikimin hakettiği şekilde anlaşılmasını umarak tekrar Allah’tan rahmet diliyorum Şerif Mardin’e.