Ahmet Arslan
BU ÜLKE MAHRUKİLERİN Mİ? BİZLER EV VE TARLA ZENCİLERİ MİYİZ?
23 Kasım 2024, Cumartesi
Nasuh Mahruki’nin tutuklanması üzerine bir dönemin muktedirleri tekrar “kafalarını kaldırıp, diklenme” hesabını yapmaya başladılar.
Türkiye’deki bir dönemin muktedirlerini, egemen zümrelerini en rahatsız edecek husus “dokunulmazlıklarına” halel gelmesidir. Kendilerinin “dokunulabilir” olduğunun hissettirilmesi, gösterilmesidir.
Mahruki Türk kamuoyunca 1999 yılındaki büyük deprem dolayısıyla tanınmıştı. O deprem vesilesiyle Türk kamuoyu AKUT’tan yeni haberdar olmuştu.
1999 depremi Türkiye açısından pek çok bakımdan kırılma noktası oldu. Bu noktalardan birisi Türkiye’de “devletin yerine sivil toplumun inşa edilmesi” girişimiydi. “Depremde devletin enkaz altında kaldığı ve enkazı da başta AKUT olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının kaldırdığı” intibaı verildi.
Hâlbuki asıl enkaz altında kalan Kemalistlerin mutlak kontrolünde olan Türkiye’nin en eski ve en büyük sivil toplum kuruluşu Kızılay’dı. Depolarda 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekâtından kalma çadırlar çürümüş vaziyette aynen duruyordu.
Yani mevzu sivil toplumculuk değildi.
O dönemde AB’nin Türkiye temsilcisi Karen Fogg ve “Kör Agop’un meyhanesinden arkadaşları” ile başta Radikal gazeteci olmak üzere, Kürtçüler, Liberal solcular ile yaradılıştan devlet düşmanları deprem vesilesiyle sistematik bir Türkiye düşmanlığı organize ettiler. “Devletin pek çok fonksiyonunun sivil toplum kuruluşlarına devri” gibi Zihni Sinir Projeleri ile asırlık kin ve nefretlerini dışa vurdular. Türkiye “STK” kavramı ile yaygın olarak o dönemde tanıştı, kavrama aşina oldu.
O vesileyle ön plana çıkarılan kuruluşların başında AKUT, kişilerin başında da Nasuh Mahruki geliyordu. AKUT adeta devlete alternatif bir kurum gibi lanse edildi.
Mahruki sanki ülkenin deprem acısını kendisi gidermiş gibi bir havaya girerek, o dönemde MHP’de bulunan Sağlık Bakanlığı ile rahmetli Bakan Osman Durmuş’u hedef alan hayâsızca açıklamalarda bulunmuştu.
O dönemde ailesinin Sebataycı olduğuna ilişkin bazı bilgiler yayınlanmıştı.
Ben insanların çok soy-sop ilişkileriyle ilgili spekülasyonlara pek itibar etmem ama “Mahruki” soyadının da üzerinde durulması gerekir.
Bu güruh yıllar boyunca bizim bu memleketin marabaları olduğumuzu, kendilerinin de asli sahipleri olduğunu sandıkları için bu konsept dışında kalan en küçük uygulamada ortalığı ayağa kaldırıyor.
İşte Mahruki’nin tutuklanması sebebiyle bazı çevrelerin kudurmalarının sebebi budur.
Bizler şuna karar vermeliyiz: Biz bu ülkenin sahipleri miyiz, yoksa askerleri, potansiyel şehitleri ve marabaları mı? Biz, Mahrukilerin mensubu oldukları zümrelerin oturacakları, sahibi olacakları binaların, köşklerin ameleleri miyiz?
Mahruki gibilerin efendiliğini kabul edip, ev ve tarla zenciliğine razı mı olacağız?
“Kalkın ey ehli vatan dediler, biz kalktık yerimize başkaları oturdu” kaderciliğine teslim mi olacağız?
Eğer böyleysek kaderimize efendi efendi razı olalım. Sağda solda “ülkenin sahibiyiz” diye caka satmayalım.
Bu durumda kendi aile efradımızdan birisiymişçesine Nasuh Mahruki ve benzerlerinin tutuklanmasına rahatça isyan eder, gözyaşları dökebiliriz.
İşte buna göre bir ontolojik tercih yapmamız gerekiyor.
ALMAN VAKIFLARI HALA CHP’DEN ORTAK BULUYOR
Alman vakıfları onca ihanet ve skandala rağmen hala Türkiye’de etkinlik yapacak ortaklar buluyor.
Türkiye düşmanı Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Stiftung Vakfı, CHP’ye yakınlığı ile bilinen Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) ile birlikte Muğla Menteşe ilçesinde “II. Yerelde Yeşil Ekonomi Paneli” düzenlemiş.
Heinrich Böll Stiftung Vakfı, Türkiye’deki bölücü ve sapkın gruplara sağladığı yüzbinlerce euroluk fonlarla biliniyor. Ayrıca Türkiye’nin doğal kaynaklarından yararlanmasın engellemek için sahte çevrecilik duyarlılıkları oluşturmaya çalışıyor.
FETÖ tarafından öldürülen Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye’deki ihanetlerine ilişkin yazdığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” isimli kitapta, Heinrich Böll Vakfının Almanya Federal Haber Alma Servisi'nin (BND) kontrolünde çalıştığını, vakfın bütçesinin istihbarat bütçesinden ayrılan kaynakla oluşturulduğunu ortaya koymuştu.