KANADA
Kanadalı tarihçinin gözünden Kutu'l-Amare..
Derin Tarih, 100. yıldönümünde kapağa taşıdığı Kutu’l Amare zaferi hakkında Royal Military College of Canada’da görev yapan askerî tarihçi Dr. Nikolas Gardner’la konuştu. 'Kût’ülamâre: Mezopotamya’da bir Savaş 1915-1916' adlı bir kitabı bulunan Gardner, Halil Paşa'nın 20. yüzyıl savaş realitelerini Townshend ya da Nureddin Paşa'dan daha iyi kavradığını söylüyor.
Gardner kitabında “İngilizlerin bu harekât için tahsis edilen kaynak yetersizliğine ve Osmanlıların kabiliyet ve kararlılığına rağmen” Kût'ta yaşanan mağlubiyetin “kaçınılmaz” olmadığını gösteriyor. Zira alınan bu yenilgi, büyük oranda Mezopotamya ordusunun ekseriyetini teşkil eden Hint askerleriyle İngiliz kumandanlar arasındaki münasebetten kaynaklanmıştı. Nitekim Townshend, Tizpon'da galibiyete oldukça yaklaşmış ve Kûtu'l-Amâre kuşatmasını yarmak için daha fazlasını da yapabilirdi. Fakat esas endişesi, emri altındaki Hintlilerin manevi yönden çöküşlerine mâni olabilmekti. Dolayısıyla Hintliler arasında hissedilen hoşnutsuzluk alametlerine karşı hassastı ve onları alışık olmadıkları güçlüklere göğüs germeye ya da itikat ve perhizlerinden taviz vermeye zorlamak istememişti. Bu hareket yalnız Townshend'e mahsus bir şey değildi: İngiltere'nin imparatorluğunu idare ederken takındığı tavrın bir yansımasıydı.
İşte Derin Tarih'in Gardner'e yönelttiği sorulardan birkaçı:
Açlık ve propaganda sebebiyle İngiliz birliklerinden ayrılıp Türklerin safına geçen Hint askeri oldu mu?
Birkaç düzine Hint askeri Türk saflarına kaçtı, Kûtu'l-Amâre kuşatması sırasında. Kaçmak isterken vurulup ölenler de oldu. Kaçışın neticelerini gören pek çokları, haliyle daha ehven tedbirlerle hizmetten kaytarmanın yollarını aradılar. Kendilerini yaralayanlar ya da alenen ilerlemeyi reddedenler de oldu. Sebebi sadece açlık ya da propaganda değildi. Müslüman pek çok asker, düşmanı da olsa, bir başka Müslümana silah doğrultmak istemiyor ya da Şiilerin mukaddes kabul ettikleri bölgede çarpışmaktan sakınıyordu. Bunlar Mezopotamya'daki Hint kuvvetlerine ait azınlık bir gruptu. Ayrıca Kuzeybatı cephesindeki (bugünkü Afganistan ve Pakistan'ın kuzeybatı hududu) Peştunlar arasında da manevî bir çöküntü hâkimdi. Bu birliklerdekilerin harekâta karşı takındıkları isteksiz ve muhalif tavır, vaziyetin yaygınlaşmasından korkan İngiliz kumandanları endişelendiriyordu.
Bir tarihçi olarak, General Townshend ve Halil Kut Paşa'yı kıyaslayın desek?
Böyle bir kıyas zor, çünkü ikisinin de görevi farklıydı. Başlangıçta Townshend'in amacı düşmanı mağlup edip Bağdat'ı almaktı; bu da taarruzî bir hareket gerektiriyordu. Halil Paşa'nın gayesiyse Townshend'in kuvvetlerini Kût'ta sıkıştırmak ve Dicle'nin alt tarafında mevziler oluşturup ona yardıma gelecek kuvvetleri engellemekti. Fakat Halil Paşa'nın 20. yüzyıl savaş realitelerini Townshend ya da Nureddin Paşa'dan daha iyi kavradığı görülüyor. Townshend'in Selman-ı Pak'a yaptığı hücum ağır kayıplara yol açmıştı. Hakeza Nureddin Paşa'nın da daha Kût kuşatmasının başlarında gerçekleştirdiği pek çok hücum ciddi kayıplara sebep oldu. Halil Paşa, amacına ancak müdafaada kalarak ulaşabileceğini kavramıştı. Ayrıca ne pahasına olursa olsun mevkiini muhafaza etmek zorunda olduğunu da düşünmüyordu. Mesela İngiliz yardım kuvvetleri tarafından saldırıya uğradığında müdafaa hattını terk edip nehrin yukarısında bir başka noktada mevzi almadan önce hasmına saldırıp ciddi kayıplar verdiriyordu. Bu anlamda Batı cephesindeki pek çok Avrupalı kumandandan daha ileri düzeydeydi. Mesela 1916'da Alman komutanlar her hâlükârda siperleri muhafaza etmek gerektiğini düşünüyorlardı.
Savaşın İngilizler tarafından kaybedilmesi genelde 1. Dünya Savaşı'nın, özelde Ortadoğu'nun geleceğini nasıl etkiledi?
İngilizler için Townshend'in teslim oluşu itibarlarına indirilen ağır bir darbeydi. Fakat bu, pek çok cephede çarpışan Osmanlıların o bölgede giderek gücünü kaybettiği bir sırada oraya daha fazla kaynak sevkine vesile oldu. Dolayısıyla Kût'ta alınan mağlubiyet Mezopotamya ve dolayısıyla Ortadoğu'da devam eden muharebe için bir dönüm noktası oldu. Haliyle bu mağlubiyet, bölgeye daha fazla asker ve kaynak yanında daha kabiliyetli kumandanların sevkine, bu da 1917'de Türklere ağır darbeler indirilmesine yol açtı. 1918'de savaş bittiğinde İngilizler, Osmanlıların Ortadoğu'da hâkim oldukları arazileri ele geçirmişlerdi. Bunun Ortadoğu için iyi mi, yoksa kötü mü olduğu sorusunu cevaplamak güç. İngiltere'nin yıllardır devam eden savaşlar sebebiyle sosyal yapısı altüst olmuş ve millî/etnik kimlik ayrılıkları giderek bilenmiş böyle devasa bir mülkü idare edebilecek ne iradesi vardı, ne de kaynağı kalmıştı. Nitekim 1918'den sonra başlayan çatışmalar bugün hâlâ devam ediyor…