İyilik edene, mal ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve sena, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır, kötülenir, incitilir. Çünki, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazifesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzumlu uzuvları, kuvvetleri ihsan eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyası, gıda, içecek ve elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nimetleri sebepsiz, karşılıksız ihsan eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhafaza eden ve bize hiç ihtiyacı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahat, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyet olur?
Hele, O'na ve nimetlerin O'ndan geldiğine inanmamak veya bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüz karası olur.
Bir kimseye her ihtiyacı verilse, her ay yetecek para, gıda hediye olunsa, bu kimse, o ihsan sâhibini her yerde herkese nasıl över. Gece gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun kalbini kazanmaya uğraşmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsan sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayıplamaz mı?
İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her nimetin, her iyiliğin hakiki sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükretmek, O'nun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok O'na şükretmek, en çok O'na itaat etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünki, O'nun nimetleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir.
Mübarek zâtlar her zaman muvaffak olmuşlar. Çünki, kendilerinde üç mühim haslet vardır. Bu üç hasletden dolayı her zaman muvaffak olmuşlardır. Birincisi; hiçkimseyi kötülemezler, şikayet etmezler. Hiçbir zaman kalblerinde başkalarına karşı kötülük duygusu bulunmaz, hücrelerinde kötülük duygusu yoktur. Zaten kötülük yapamazlar. İkincisi; Onlarda anlaşılamaz bir sabır vardır. Hadis-i şerifde buyuruldu ki; Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır. Üçüncüsü ise; güleryüz- tatlı dildir. Bir zamanlar savaş aleti ok idi. Ondan sonra kılıçlar çıktı. Daha sonra tüfekler, toplar çıktı. Atom bombası yapıldı. Bunlar insanların başarılı olmak için kullandıkları aletlerdir. Fakat şimdi başarılı olmak için bunlara lüzum kalmadı. Atom bombasının yerini, tatlı dil güler yüz aldı.
Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlânın Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem" dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermiyen, Allahü teâlânın Resûlüne îman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin "sallallahü aleyhi ve sellem" kötülenmesi olur. Böyle yanlış îtikata düşmekten, Allahü teâlâya sığınırız! Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslâmiyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmekte müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan "aleyhimürrıdvân" herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekten hepimizi korusun!
Îman edilecek şeylerde Eshâb-ı kirâmın hepsine uymak lâzımdır. Çünkü, îtikat edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Fürû'da, yâni yapılacak işlerde ayrılma olabilir.
Eshâb-ı kirâmdan "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în" birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin îmanı, îtikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. Tekrar söyliyelim ki, islâmiyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların herbiri âdildir, doğrudur. Herbirinin islâmiyette bildirdiği birşey vardır. Herbiri âyet-i kerimeleri getirerek, Kur'an-ı kerim toplanmıştır. Bir kısmını beğenmiyen, islâmiyeti bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, islâmiyetin hepsini yapmamış olur. Böyle olan da, Cehennemden kurtulabilir mi? Bekara sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen,(Kur'an-ı kerimin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezâsı, dünyada, rezil, rüsvâ olmaktır. Âhırette de, en şiddetli azâba atılacaklardır) buyuruldu.
İbrahim bin Edhem "kuddise sirruh" hazretleri helâl lokma yemeğe çok dikkat eder ve herkese de tavsiye buyururlardı. Bir gün kendisine falanca yerde bir genç var. Gece-gündüz ibâdet ediyor, kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip üç gün misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâldan değildi. "Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır" deyip, genci evine da'vet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîm'e sorup, "Bana ne yapdın?" deyince, "Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı" dedi.
Hak teâlâ, her ân kendisi ile bulundursun. Bir kimsenin saçının, sakalının siyahlığını, îman ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük nîmettir. Resûlullah "aleyhissalâtü vesselâm" hadis-i şerifte,(Saçını, sakalını müslüman olarak ağartan affolunur) buyurdu. Allahü teâlânın sonsuz merhametini düşününüz. Günahları affedeceğine güveniniz! Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyârlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!