Taha Kılınç
Doğru yol
Dosta dostca konuşmak, düşmanı da idâre etmek lâzım. Hanımlarınıza yumuşak, iyi davranın. Peygamber Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", hanımına en iyi muâmele eden benim, buyuruyor. Bir hadîs-i şerîfde, ümmetimin ilk zemânlar fakîrleri, son zemânlar zenginleri efdaldir, buyuruluyor. Çok çalışacağız, halâl kazanacağız, zengin olup dînin yayılmasına çok yardım edeceğiz.
Allahü teâlâ akıl vermiş, akla uygun hareket edeceğiz. Akla uygun hareket etmezsek her an cezâsını buluruz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde bunu bildiriyor. "Kullarım bana karşı, muâmelelerini, hareketlerini bozmadıkça, ben de onlara gönderdiğim ni'meti değişdirmem. Fekat kullarım azgınlık edip de doğru yoldan ayrılırlarsa, ben de ni'metlerimi keserim" diyor. Diğer bir âyet-i kerîmede de; Beni unutursanız, ibâdetlerinizi yapmazsanız, emr etdiklerimi yapmazsanız, harâm etdiklerimi işlerseniz, maişetinizi sıkarım, daraltırım, diyor.
Allahü teâlâ hepimizi, islâmiyyet yolunda bulundursun! Allahü teâlânın feyzleri, ni'metleri, ihsânları, ya'nî iyilikleri, her ân, insanların iyisine, kötüsüne herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve dahâ her iyiliği fark gözetmeksizin göndermekdedir.
[Kullarının küfrlerini, günâhlarını yüzlerine vurmuyor. Kendisine karşı gelenlerin, inkâr edenlerin, günâh işliyenlerin rızklarını kesmiyor.Dünyâ için çalışanlara karşılıklarını, fark gözetmeksizin veriyor]. Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba'zılarını da alamamak sûretiyle, insanlardadır.
[Allahü teâlâ, kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile, kendilerine zulm ve işkence ediyorlar. Beyt:
Hâşâ, zulm etmez kuluna, Hüdâsı,
herkesin çekdiği, kendi cezâsı!]
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şeklde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyâzlatır.
[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şeklde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaşdırır; biberi kızartınca acılaşdırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin parlaması ile ise de, aralarındaki fark, güneşden değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdığı için, dünyânın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem'ıyyetin ve milletin, her zamânda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda ve âhıretde râhat etmeleri ve se'âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur'ân-ı kerîmde bildirdi.
Ehl-i sünnet âlimleri "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup milyonlarca kitâb yazarak, bütün dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyyetin girmediği bir yer kalmamışdır. Demek ki, islâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmak mümkin değildir. İslâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmağa kalkışmak, islâmiyyeti ve müslümânları yeryüzünden kaldırmağa çalışmak demek olmaz mı?].
Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri yine tasavvuftaki ilk hâllerini şöyle anlatmıştır:
"Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın mezarını gördüm.
Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı.
Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık versinler. O kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vasî'nin kabrinin başına gittim. Bana orada Hâce Ahmed Eçkarnevî'nin kabrine gitmem işâret olundu, oraya gittim.
Onun kabrinin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler.
Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım.
Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp oturdum. Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir duvar gördüm.
Duvar yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Bunların vefât eden ve bu yolun büyükleri olduğunu anladım. Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum.
Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri bana şöyle dedi: "Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'dir. Etrâfındaki cemâat ise, onun halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce Muhammed İncirfagnevî, Hâce Ali Râmitenî'dir."
Sonunda hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi göstererek; "Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana tâc verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tâcın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana kerâmet olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir." buyurarak müjdeledi.
Cemâatten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez. Hâce hazretlerinin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm.. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum.