TÜRKİYE
New York’ta Beş Minare'nin paralel şifreleri
Algı operasyonlarını sadece Hollywood mu yapıyor? Tam da bu noktadan hareketle bir zamanlar “Bu film aslında ne anlatmak istiyor?” diye çokça konuşulan “New York’ta Beş Minare”yi bir de bu gözle seyredelim dedik.
Madem her sahada ilerledik, mutlaka bu sahaya da el atmışızdır diye düşünmek lazım.
Tam da bu noktadan hareketle bir zamanlar “Bu film aslında ne anlatmak istiyor?” diye çokça konuşulan “New York’ta Beş Minare”yi bir de bu gözle seyredelim dedik.
Bu filmle Fethullah Gülen arasında çeşitli varsayımlarda bulunanlar olmuştu. Biz varsayımlarla uğraşmayıp, yerinde tesbitler yapmaya çalışacağız.
Kimseyi suçlamak, zan altında bırakmak gibi bir niyetimiz yok. Ama birileri yapılan filmler vasıtasıyla ‘’kripto’’ mesajlar vermek, algı oluşturmak istiyorsa, bu kriptoları çözmek de bize düşüyor.
”Toprağın kokusunu duymak için yağmurun yağması gerekirmiş!”
17 Aralık operasyonlarıyla toprağın kokusunu duymaya başladık. Bir şeylerin kokusunun çıkmasıyla, geçmişte olan olaylara bakış açımız değişti.
Mahsun Kırmızıgül’ün Amerikan özentisi New York’ta Beş Minare filmi, 4 Ekim 2010 yılında vizyona girdi. Sıkı durun, film 2010 mayıs ayında, komedi tarzındayken dram-aksiyon haline getirilerek çekilmeye başlandı. 2010 Mart’ta İHH Filistin’e yardım amaçlı 2 gemi satın almış ve mayıs ayında yola çıkacaklarını bildirmişti. 4 Ekim 2010 yılında film vizyona girdiğinde, Türkiye’de Mavi Marmara katliamı gündemdeki sıcaklığını koruyordu.
Asıl üzerinde durulması gereken bir sahne var ki, filmin en vurucu ve algı yüklü sahnesi! Filmin açılışında bir gazeteciye bombalı saldırı düzenlenme sahnesi!
Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok cinayetleri arasında paralellik kuruluyor. Filmde bu durumu, ‘’Bugüne kadar bu tür eylemlerin failleri açığa çıkmadılar, kimler olabilir bilmiyorum’’ diye açıklıyor istihbarat müdürü. Gerçek suçlular yakalandığında ise Emniyet Müdürü’nün, “Bu örgütleri hangi karanlık güçler kontrol ediyor, bunları cesur bir savcı soruşturmalı” diye isyan etmesi ise, herkesin aklına tabi ki Ergenekon ve Zekeriya Öz’ü getiriyor. 17 Aralık operasyonu sonunda öyle cesur savcılar gördük ki, hukuku tanımayacak kadar gözleri kördü!
Neyse… Bu arada altını çizmemiz lazım. Film 2010’ların Türkiye’sini anlatıyor ve Hizbullah 1999 yılında silah bırakmış yani aktif değil. İrancı yapılar pasif durumdalar ve hiçbir yasadışı eylemleri yok. Ama birileri illaki bu yapıların aktif olduğunu toplumun gözüne sokma derdinde.
Bu konuyu en fazla gündemde tutmaya çalışan kişi Gültekin Avcı.
Gültekin Avcı, Uğur Mumcu cinayetinin faili olarak “Selam Örgütü ”nü görmektedir. İşte Gültekin Avcının tespiti:
“Nitekim 2000 yılında Mumcu suikastına karıştığından şüphe duyulan bir militanın takip edilmesinden sonra elde edilen bilgiler üzerine Tevhid-i Selam grubu üyesi olduğu belirlenen bir militanın kaldığı Başakşehir’deki bir daireye operasyon yapıldı. “http://gundem.bugun.com.tr/iki-iftira-ve-gercekler-haberi/1019273
17 Aralık darbe girişimi sonrasında ise, selam terör örgütü adına dinlemeler yapıldığı ortaya çıkıyor. Hükümete yakın yazarlar, selam diye bir örgütün aktif olarak bulunmadığını dillendirirken, Gültekin Avcı ve cemaate yakın yazarlar ısrarla selam terör örgütünün faal-aktif olduğunu dillerine pelesenk yapıyorlar.
Şimdi bazı sorulara hep beraber cevaplar arayalım:
1) Film komedi olarak düşünülürken apar topar değişikliğe gidilmesi ve 2010 Mart ayında İHH’nın Filistin’e yardım toplama faaliyetleri ve 31 Mayıs 2010 Mavi Marmara baskınıyla zaman olarak çakışması çok mu manidar?
2) Hizbullah 1999 yılında silah bırakmışken, emniyet güçleri bu İrancı ve aşırı dindar yapıdan 1. derece aktif eylem beklemezken, (hatta 2013 yılında Hüda-Par kurdular) İran menşeli tehditleri gözümüze sokmak, algı oluşturmak ki normal mi?
3) İHH yardımlarında 1. derece görev alan Abdurrahman Dilipak’a her fırsatta İrancı yaftası yapıştırmak ve 17 Aralık sonrası İHH baskınları ile İHH’yı terör destekçisi göstermek nasıl izah edilebilir?
4) Filmde bir gazetecinin bombalanarak öldürülmesi ile Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri arasında paralellik kurulması ve 17 Aralık sonrası ortaya çıkan gelişmelerde Gültekin Avcı ve o görüşe yakın medya mensuplarının ısrarla ‘SELAM’-TEVHİD-İ SELAM’’ örgütlerinin hala aktif olduğu, hatta Hakan Fidan ve birçok bürokratın bu örgüt lehine çalışmalar yaptıklarını savunmaları normal mi?
5) New York’ta Beş Minare filmi 4 Kasım 2010 tarihinde gala yaparak vizyona girdi. Hakan Fidan MİT skandalı 7 Şubat 2012 yılında 14 ay sonra yapıldı. Şu an Gültekin Avcı tarafından İrancı ve selam örgütü taraftarı gösterilmekte.
6) 17 Aralık sonrasında tesirleri görünen “acem uşakları -selam örgütü- muta-İrancılık” suçlamalarına, alt yapı algı çalışması olarak görülebilecek senaryonun yazılmasında kimlerin ne kadar katkısı olmuştur?
7) 17 Aralık olayından sonra bazı kişilerin senaryo yazmaya karşı ne kadar ilgili oldukları çeşitli tape ve yayımlarda ortaya çıkmışken, bu filmi hatırlamamak safdillik olmaz mı?
Şimdi gelelim filmde Fethullah Gülen ve cemaat ile ilgili tespitlere…
Film ilk olarak komedi olarak benimsenmişti. Ama daha sonra Mahsun Kırmızıgül, iki sinema filmi (Beyaz Melek veGüneşi Gördüm) çektikten sonra tekrar New York’ta Beş Minare filminin projesine geri döndü. Fakat Galip Tekin’in yazmış olduğu senaryoyu noterden Plato Film‘in üstüne onaylatmıştı ve hikâyesini geri almak için Plato Film’in Galip Tekin’e harcadığı paraları ödedi. Hikâyesinin ana iskeletine bağlı kalarak tüm senaryoyu yeniden yazdı. Yazılan yeni senaryoda komedi unsuru yoktu.(Wikipedia)
Yıl 2009… Önder Aytaç ve Emre Uslu (Taraf Gazetesi) her zamanki köşelerindeler. Bu sefer siyasetten biraz uzak, bir film konusuna ayırmışlar köşelerini… ”Mahsunla güneşi gördüm” diyorlar ortak bir ağızla ve Mahsun Kırmızıgü’lün ‘’Güneşi Gördüm’’ filmini yere göğe koyamıyorlar.
Mahsun’un filmi birçok kesimin ilgisini çekmişti çekmesine ama Önder Aytaç ve Emre Uslu’nun coşkulu ilgisi pek ”manidar” bulunmamıştı. Anlayabilmek için günümüzde yaşanan gelişmeler ayna tutmuş oldu. Emre ve Önder’in bu şekilde Mahsun’u pohpohlamaları, son yaşanan Cemaat-Hükümet mücadelesinde daha manidar bir hale gelmiştir.http://www.taraf.com.tr/yazilar/onder-aytac-emre-uslu/mahsunla-gunesi-gordum-ya-sen/5000/)Filmin
İlk yapımcısı ve ileriki zamanlarda da katkısı olan Sinan Çetin’i de unutmamak gerek! Sinan Çetin’in Türkçe olimpiyatlarında Fethullah Gülen’e ithafen duygusal ve ağlamaklı konuşması dikkatlerden kaçmamıştı. Daha sonrasında Sinan Çetin’in Zaman Gazetesi için çeşitli reklam anlaşmaları yaptığı medyaya yansıdı.http://www.kure.tv/VideoEmbed?ID=91746
Sinan Çetin’in büyük bir fiyasko olan “Çanakkale Çocukları” filminde hümanizmi yüceltirken, inançları eşitlemesi ve diyalog kafasına hizmet etmesi de not edilmelidir.
Şimdi New York’ta Beş Minare ile Fethullah Gülen arasında yapılan çağrışımları ve tespitleri paylaşmaya devam edelim.
Filmin baş karakterinin adı Hacı Gümüş! Bu ismi hafızamıza alıp, İzmir’e uzanalım.
12 Eylül 1980 ihtilali olduğunda İzmir’de oturmakta olan Refia Hanımefendi’nin evi tarassut altına alınır ve defalarca aranır. Maksat Fethullah Gülen’i ele geçirmektir. Annesi “Bizim Hacı acaba nerelerde yatıp kalkıyor” diye merak eder. İhtilalin o soğuk günlerinde bile annesini ziyaret etmekten geri kalmayan Hocaefendi eve her geldiğinde Refia Hanım bir anne şefkatiyle sormadan edemez. Kaldığın yerlerde soba yanıyor mu, ısınıyor musun, ayakların çok üşürdü, diye hal hatır sorar teselli eder. 1993 yılında vefat edene kadar Hocaefendi, annesine yaptığı ziyaretleri aksatmaz.
Annemin vefatında yanında bulunamadım. İstanbul’a gitmiştim. “Annemin vefatına dayanamam” der ve ondan önce ölmeyi arzulardım. Fakat sonra aklıma gelirdi ki, bu kadın benim vefatıma dayanamaz, çıldırır. Ne zaman ziyaretine gitsem, o hasta haliyle yanıma yaklaşır, ayaklarıma dokunur, çorapları yoklar ve “Ayakların üşürdü” derdi. Çok basiretliydi. Bazen bazı arkadaşlarla alâkalı soru sorar, hizmetle ilgilenir, sorudan hoşlanmadığımı sezerse hemen konuyu değiştirir, çevresindekilere, “Ne duruyorsunuz, şu Hacı’ya bir çay yapın da getirin” derdi. Şimdi bir türlü onun boşluğunu dolduramıyorum.
http://tr.fgulen.com/content/view/15851/13/
Annesi Fethullah Güleni “HACI” olarak çağırıyor, filmdeki karakterin adının da HACI olması dikkatimizden kaçmıyor.
Özellikle filmde geçen bir replikle, Fethullah Gülen’in yıllar önce yaptığı açıklamanın birebir benzerlik göstermesi kafaları karıştırıyor.
Filmde geçen Hacı karakterine Türkiye’ye neden dönmediği soruluyor, cevap olarak:
- Çok özlemişem memleketi!
- Özlediysen neden gelmedin Hacı?
- Durgun suları bulandırmamak için!
Burada da Fethullah Gülen’in filmin çekilmesinden yıllar önce verdiği cevabı görüyoruz:
-Bunlar da bana ‘çık git’ demezlerse Türkiye’deki havanın biraz daha durulmasını bekleyeceğim. Sular tam durulmadıktan sonra yeniden Türkiye’de bir kıyamet kopmasına vesile olmak istemem. Çünkü sûru dudağında üflemek için bekleyen bir sürü insan var.” [Zaman, 01.04.2004]http://www.samanyoluhaber.com/kultur/Hocaefendi-Turkiyeye-neden-donmuyor/973834/
Film ilk çıktığında da Fethullah Gülen ile ilgili ses getirmişti ama son yaşanan süreç zihinlerin aydınlanmasına vesile oldu. İnsanlar Fethullah Gülen’in senaryo yazmaya merakını yaşanan son süreçte öğrendi. Selam örgütü ile ilgili alt yapı ve algı çalışması yapıldığı ortaya çıktı.
Dinlerarası diyalog projesinin masum bir kaynaşma, masum bir düşünce olmadığını, ülkeyi kaosa götürebilecek kadar derin anlamlar taşıdığını artık daha iyi anlıyoruz. Ülkemizin en sıcak gündemlerinden olan kanlı Mavi Marmara baskını zihinlerdeyken, bu film ile radikal, çıkarcı grupların varlığı gündeme sokularak, dezenformasyon yapılarak, hem mavi Marmara, hem 11 Eylül saldırıları, hem de Amerika’nın, İsrail’in politikalarına nasıl can-ı gönülden hizmet edildiği meydana çıkmış oldu.
1- Hacı karakterinin karısı Hristiyan, çünkü o dinler arası diyaloğa inanan bir insan.
2-Amerika’da arkasında çok büyük bir güç var. Bu güç gönüllü insanların oluşturduğu bir güç.
3- Türkiye’ye dönmeme sebebi durgun suları bulandırmamak.
4- Türkiye’de yargılanması ve suçsuz bulunarak serbest bırakılması.
5- Bazı sahnelerde kendisine Hocaefendi denmesi.
6- Kıyafet benzerliği.
Son seçeneği saymasak da olur ama bana benzer geldi:) Bütün bu saydıklarım Hacı karakterinin özellikleri ve direk olarak Fetullah Gülen’i düşündürüyor haliyle. Tabii karakterin Amerika’da bulunması bu savı destekleyen en büyük etken.
Filmde Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal’ın canlandırdığı iki ajan karakterinin, hakkında yakalama emri olan Hacı’ya karşı gittikçe besledikleri yakınlık ve inancın altı kalın kalın çiziliyor.
Film çekildiğinde en çok itiraz edilen konu Fethullah Gülenin evli olmadığı ve kızı bulunmadığı eleştirisiydi.
İnternette Fethullah Gülenin kızı var iddiaları büyük yankı uyandırdı. Bu konunun cevabını muhataplarının vereceğinden eminiz. Ama biz en çok Kezban Hatemi’nin a haber’de katıldığı programda “Gayrimeşru çocuklar açıklansın’’ demesinin nedenini merak ediyoruz! Kezban Hatemi : gayri meşru çocuklar açıklansın 22.21 saniye:http://tvarsivi.com/player.php?y=483&z=2014-03-24%2022:22:00 …
Bu konuyla ilgili gazeteci yazar Murat Başaranın 2010 yılında yayınlanmış yazısına da bakmak önemli!
“Bitlis’e New York’tan bakmak…
Bi halt göremezsin. Gördüğünü sandığını da zaten anlayamazsın.
Ama maalesef oradan bakmanın kibri, insana hem gördüğünü, hem de anladığını zannettirir. Tanzimat’tan beri şikayet ettiğimiz sözde aydınların modern versiyonları ürüyor şimdi…
Entel dantel dolaşıyorlar hayatın sırrını çözmüş hallerde, “hoşgörü”lü hümanist adamcıklar…
Halbuki yapılan Doğu’nun ahlakını almadan, Batı’dan çözüm üretmektir kimliğine ihanet ederek…
O zaman mızrağı çuvala sokarsın işte. İmam kızını “gavur!”a verir. Ne olacak ki…” Gavur!” kızı almakla aynı şey gibi görünür. Kiliseye teslim edersin imanını; sevgi, barış, kardeşlik türküleriyle. Sana gaz verenlerin yamyam çığlıklarını duyamayacak kadar sağırsındır.
Filmi boş verin. Parayla satın alınan atraksiyonların bolluğu, kınayı bol bulanın icraatına benziyor. Filmin yarısını helikopterden seyrediyorsun; helikoptere verilen para dokunmuş demek ki, karşılığını alalım istemişler.
Yapılamaz zannedilenleri lüzumsuz ve sert eleştiri riskine rağmen Cem Yılmaz yapıp bir kenara koydu zaten.
Uzay’a da gittik. Eski çağlara da…
Fakat itikat noktasında fesat çıkarmak için “ekşın”a sarılmak çok ucuz olmuş.
Şimdi asıl önemli olan bu filmin diyalogcuların bugüne kadar açıkça söyleyemediği niyetlerini ağzından kaçırmış olmasıdır.
Veya diyalogcuların açtığı yolda nelerin yeşereceğini göstermiş olmasıdır.
Sırayla hallediyorlar her şeyi. Tesettürü, içkiyi, zinayı… Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı…
Hani var ya klişe; her haltı yersin ve fakat kalbin hep temizdir.
İşin kötüsü, ya onlar gibi olacaksın… Ya da… Ya da onlar gibi değilsen ne olduğunu da tarif ediyorlar orada; vahşi ve kaba adamsındır. Sözde din adına insan öldüren beyni yıkanmış canlı bombasındır.
***
Hay Allah… Basit, sıradan, fukara, gelenekçi bir “yerli” olarak haddimi aşıyorum yine…
Anlamadığım işlere burnumu sokuyorum… Sokarım!
Üç kuruşluk insanlar benim bin küsur yıllık “Ehlisünnet Müslüman Türk” duruşuma yan bakarsa…
Karınca gibi olurum icabında; işe yaramasam da tarafımı belli ederim yangına damla taşıyıp…
Çünkü evrenselliğin ve hoşgörünün tarifini New York’tan değil, Fatih’in Bizans’ı yıktığı günün aydınlığından alırım…
1.12.2010/Murat Başaran Türkiye Gazetesi”
Kaynak:medyamit.com
06 Eylül 2014, Cumartesi