Serdar Tuncer
Türkiye’nin kutuplaşma hikayesi (1)
Ülkenin Cumhurbaşkanı, kendisinin ve eşi hanımefendinin Covid testlerinin pozitif çıktığını ifade eden bir tweet attı ve sosyal medyada ortalık karıştı. Beddua eden mi ararsın, helva dağıtma hazırlığına girişen mi, sevinçten tepinen mi ararsın, şerefe rakı sofrası kuran mı; yurdumun cümle müptezellerini aldı bir sevinç! Bu güruhun tıynetlerinden her türlü rezilliğin beklenebileceğini bilmeme rağmen hem şaşırdım hem de üzüldüm.
Bir insanın hastalığını haber alan her ortalama ahlak, insaf ve akıl sahibi kişiye düşen mukabele tarzı bellidir. Sevdiğiniz birisi ise şifa temennisinde bulunursunuz, sevmediğiniz birisi ise ve içinizden şifa dilemek gelmiyorsa, iyi dileğinizi dile getirmezsiniz, olur biter. Davul zurna ile bir insanın hastalık haberini kutlamak, bunu da güle oynaya ilan etmek -hele de söz konusu kişi devletinizin reisi ise- tek kelime ile şerefsizliktir.
Biz böyle dediğimiz zaman bazı aklı evveller, içi boş slogan ve ezber cümleleriyle hemen cevap yetiştirmeye çalışıyorlar: Bana oy verenler ve vermeyenler diye Türkiye’yi karpuz gibi ortadan ikiye bölersen böyle olur işte. Tayyip Erdoğan da ülkeyi bu kadar kutuplaştırmasaydı!
Sosyal medyada sarhoş kafayla zırvalayan üç beş zırtapozun densizliği gelir geçer ama bu kutuplaştırma iddiası bir türlü geçmiyor ve her fırsatta tekrarlanıyor, bu yüzden bu iddianın tahlilini sağlam yapmak zorundayız.
Tayyip Erdoğan ülkeyi kutuplaştırdı mı?
Şöyle bir tablo çiziyorlar bize. Ak Parti iktidar olana kadar Türkiye bir ve bütündü. Kimsenin kimse ile bir alıp veremediği yoktu. Türk-Kürt meselesi, sağ-sol çatışması, Alevi-Sünnî ayrımı zaman zaman olurdu ama ülkenin bütününe etki etmezdi. Bazı aşırı uçların birbirine verdiği sert tepkiler bir ayrışma noktası olurdu ama halkın ekserisi bu işlerden uzaktı. Tayyip Erdoğan sert söylemleri ile halkı politize etti, ikiye böldü, başkanlık sisteminin yüzde elli bir mecburiyeti de bu bölünmenin tuzu biberi oldu.
İlk bakışta gayet mantıklı ve masumane görünen bu tespite biraz daha derin ve geniş bir perspektiften bakacak olursak karşımıza bambaşka bir resim çıkıyor.
Cumhuriyetin ilanı ile başlıyor hikaye. Yeni bir rejim kurulmuş ve her yeni kurulan rejim gibi kendinden öncekini tahkir, kendi varlığını tahkim etmek için birtakım hamleler yapmak zorunda. Bunun için ilke ve inkılapların ilanı tek başına yetmez; siyaset, entelijansiya, akademi, sermaye, bürokrasi ve medyaya sahip olunması gerekiyor. Köşe başları işte o zamandan tutulmuş. Siyasete kim, nereye kadar, nasıl, hangi şartlarda girebilir belirlenmiş. Entelektüelliğin çerçevesi sil baştan yeni rejimin ölçülerince ortaya konulmuş. Sermayenin kimlerde, nasıl ve ne kadar olacağı, niçiniyle beraber tarif ve taksim edilmiş. Akademisyen şablonu belirlenmiş ve uymayanın kapıdan içeri giremeyeceği şekilde tanzim edilmiş. O günün şartlarında medya sahipleri ortaya çıkarılmış, çerçeveleri çizilmiş.
Her bir şey bu suretle yerli yerine oturtulduktan sonra bunların gelecek zamanlara sâri, istenmeyen kişilerin eline geçmemesi için kırmızı çizgiler çekilmiş, muhafazası için vesayet noktaları kurulmuş, her geçen sene ile birlikte de çizgiler kalınlaşmış, noktalar birer kaleye dönmüş.
Bu Türkiye tasavvurunda mukaddesatının davacısı, imanının dertlisi insanların tutulan köşe başlarına zinhar yaklaştırılmaması için gerekli tedbirler alınmış; nereye, ne kadar, nasıl girebilecekleri bir sus payı kadar öngörülmüş; aksi bir durum gerçekleşirse bunu başaranın önünün nasıl kesileceği yazılı olmayan bir racon olarak ortaya konulmuş. Merhum Menderes ve arkadaşlarından 28 Şubat’a uzanan silsilede yaşananlar hem bu raconun hem çizgilerin hem de kalelerin varlığını ispat için yeter de artar bile!
Siyaset, sermaye, akademi çevreleri, askeriye, yargı, medya hepsi aynı ritimle hareket eden benzer kişilerin ve bir anlayışın elinde olunca dışarıdan bakıldığında kutuplaşmanın hiç olmadığı birlik ve beraberlik içinde bir ülke olmuş çıkmış Türkiye. Oh mis lay lay lom!
Elitler bir arada olup meseleye bir noktadan baktıktan sonra, onlarla aynı bakış hizasına asla erişemeyecek, ne yaparsa yapsın creme dö la creme tabakayla göz göze gelemeyecek; bu beyaz yakalı sonradan olma tiplerin, ten rengi kendileriyle aynı olsa da bundan böyle ruhlarıyla zenci muamelesi yapacağı asil milletin öz evlatlarının ne istediğinin, ne düşündüğünün, ne hayal ettiğinin ne önemi var?
Bu toprakların ruh köklerine sımsıkı bağlı, Allah ve Rasulü’nün divanesi, hakiki iman sahibi, mazlum, masum ve mahzun Anadolu insanına reva görülen yer ve biçilen paye net bir şekilde bellidir artık: ‘Öz yurdunda garip’ olmak ‘öz vatanında parya!’
Devam edeceğiz…