Serdar Tuncer
Türkiye’nin kutuplaşma hikayesi (2)
Yüz yılı aşkın zamandır kendilerine öz yurtlarında garip ve parya muamelesi yapılanlar her halükarda bu toplumun en az yüzde ellisinden fazlasıdır. Milletin yarıdan fazlasına bu muameleyi reva gören şirin elitlerin temsil ettiği resmi ideolojinin arkasında duran kemik kitle Cumhuriyet dönemi boyunca asla yüzde yirmiyi geçmemiştir. Yaşanacak süreç bize şunu öğretecektir: halka rağmen halkı yönetmek bir yere kadardır! Nitekim bu garip paryalar buldukları ilk fırsatta ezanı aslıyla okutacak kendi evlatlarına yol verecek ve Adnan Menderes’i iktidara taşıyacaklardır. O günün şartlarında kutuplaşmamış (!) Türkiye’nin devamı uğruna bir başbakan arkadaşlarıyla birlikte idam sehpasına yürüyecektir. Medya, yargı, siyaset, sermaye ve bilumum vesayet odakları hepsi bir ağız oldukları için Menderes’in idamına ciğeri yanan milyonlarca insan göze görünmeyecek ve birlik içindeki Türkiye fotoğrafı darbelerle pekiştirilecektir.
Menderes’ten Özal’a uzanan çizgide Müslüman ve bu toprakların ruh köküne sımsıkı bağlı insanlar bir şeyler yapacak ve bir yerlere geleceklerdir. Birilerinin çizdiği çizgiyi aşmamak şartıyla elbette. Doktor olabilirler, Tabipler Birliği’nin ideolojisine boyun eğmek şartıyla, Mimar olabilirler, Mimarlar odasının yönetiminde söz sahibi olmak istememeleri şartıyla, Avukat olabilirler Baro’nun çizgisine eyvallah etmek şartıyla, zengin olabilirler SİAD’ların resmi söylemine muhalefet etmemek şartıyla, asker olabilirler annelerinin ve eşlerinin başörtüsünü çıkarttırmak şartıyla, Cumhurbaşkanı bile olabilirler o papyonu takıp, o frakı giyip, o tepede otururken arada ellerine o şampanya kadehini almaları şartıyla…
Bugün ülke bölünüyor diye bağıranlar o günün şartlarında kendilerinden gözükmek için bin takla atmak zorunda bıraktıkları merhum Özal’ı bile şaibeli bir ölümle resmi ideolojinin tekaüt mezarlığına göndereceklerdir.
Vesayet noktaları hep bir ağızdan, ahenk ve bütünlük içinde aynı şarkının ezgilerini mırıldanıyorsa Türkiye bir ve bütündür, kutuplaşma yoktur. Halkın yüzde sekseni mevcut koronun varlığından, okudukları şarkının bestesinden, güftesinden, enstrümanından, tipinden muzdarip olsa bile bu böyledir. Çünkü kısa Türkiye tarihi sesi çok çıkan azların sesi kısık çoklara cebr ile tahakkümünden ibarettir.
Millet kazan kaldırmasın diye rüşvet kabilinden güzellikler de lütfedilir.
Tesettür serbesttir mesela vesayetçi kaymak tabakanın evine temizliğe giden bütün ablalara yeter ki Meclis’e girmek isteyip ‘had bildirilmesi gereken’ hanımefendilere dönüşmesinler.
Siyaset serbesttir Milli Görüşçü Hoca’lara yeter ki yerel yönetimlerden devşirdikleri güçle ülke yönetiminin büyük ortağı olmaya kalkmasınlar.
Medya, ticaret, bürokrasi, akademya, kültür, sanat hepsi serbesttir kutuplaşmamış Türkiye’de paryacıklara yeter ki büyük senfoninin ahengine halel getirecek çap, cesamet ve iddiaya erişmesinler.
Zor ve tahakküm bir yere kadardır. Menderes tecrübesi Özal’ın yürüyüşüne yön verecek, Özal’ın açtığı yol ve millete verdiği güven Erbakan’ın arz-ı endamına bahane olacak, Erbakan’ın 28 Şubat’ta alnından dökülen ter damlacıkları Tayyip Erdoğan’ın stratejisinin ve atacağı adımların belirleyicisi olacaktır. Ülkeyi bir dönem yönetmekle ülkede iktidar olmak arasındaki farkı 2000’lere kadar tecrübe eden İslamcı damar, iktidar olmakla muktedir olmanın arasındaki nüansı Ak Parti iktidarının onuncu yıllarında anlamaya başlayacaktır. Dikkat ederseniz 2010’lara kadar pek de öyle kutuplaştırma teranesi yoktur Türkiye’de.
Köklü ve kesin bir dönüşümün, geri dönülemeyecek şekilde temellerini atmadıkça derdinin muktedir, temsil ettiği değerin iktidar olamayacağını gören Recep Tayyip Erdoğan vesayet noktalarını ortadan kaldırmaya başlayınca ‘kutuplaşıyoruz’cu koro can havliyle sesini yükseltmeye başlar. Haklıdırlar! Yargıdan bürokrasiye, askeriyeden medyaya, sermayeden kültür sanata milletin tepesine Demoklesin kılıcı gibi uzattıkları vesayet kaleleri parçalandıkça konfor alanları daralan, ezberleri bozulan, hiçbir gayret sarfetmeden baba ve dedelerine ikram edilen nimetlerin ellerinden gittiğini gören kaymakçılar tepki vermesinler de ne yapsınlar.
Ülkenin karpuz gibi ikiye bölünüp kutuplaştığı filan yoktur!
Bilakis, yok muamelesi yapılan, varlıklarına tahammül edilmeyen, bazı yerlere asla gelmemesi gereken, kontrol altında rüşvet kabilinden bazı ihsanlarla yetinmesi gereken paryalar artık ‘biz varız’ demeye, gelmemeleri gereken yerlerde boy göstermeye, ‘biz milletiz devlet bizimdir’ özgüveniyle hareket etmeye başlamıştır.
Bir asra yakın zamandır sayıları yüzde yirmiyi bulmayan bir koronun mavallarını sessizce dinlemek zorunda bırakılan ülke nüfusunun yarıdan fazlası ‘yeter ulan!’ deyip kendi şarkısını söylemeye başlayınca ortaya çıkan tablo birileri tarafından kutuplaşma diye isimlendirilecektir. Hikaye buncağızdan ibarettir.
Devam edeceğiz.