Serdar Tuncer
Türkiye’nin kutuplaşma hikayesi (3)
AK Parti iktidarının özellikle son on yılında yaşanan birtakım gelişmeler kendilerini ülkenin sahibi gibi gören derin laikçi ve radikal seküler tayfayı ziyadesiyle rahatsız etti. Eski dönemlerde bu kabil zevat asıl rahatsızlık sebeplerini gizlemek için bazı ezber ve sloganların arkasına sığınırlardı: ‘Laiklik elden gidiyor’, ‘İrtica geliyor’, ‘Mollalar İran’a, ‘Türkiye laiktir laik kalacak’. Ülkenin son yirmi yılına damga vuran İslamcı iktidar döneminde laikliğe bir şeycikler olmadığını, irticanın da öyle ha deyince hortlayacak bir şey olmadığının görülmesi üzerine yeni bir slogana sırtlarını dayama ihtiyacı hissettiler ve imdatlarına yetişen bahane son iki yazımıza konu olan mesele oldu: Türkiye kutuplaşıyor!
Bu güruhun sloganların arkasına saklanmalarına sebep olan asıl korkularını Savaş Barkçin Hoca’dan mülhem bir misalle arz etmeye çalışayım. Beyaz yakalı, pembe mabatlı sevgili seçkinlerimiz bir buçuk asırdır kendilerini Türkiye’nin biricik ev sahibi gibi görmeye alıştılar. Onların dışında kalan kimseler köylü, zenci, parya en nihayet eve sahip bile olsalar, bir bahaneyle kontratları iptal edilip kapı önüne konulabilecek zavallı kiracılar idiler. Merhum Menderes’e ‘Amerika’dan oğlum gelecek evi boşalt’ dediler, rahmetli Erbakan’a ‘Çok gürültü yapıyorsun üst kattaki komşular rahatsız’ dediler, hatta Tayyip Erdoğan’a bir 27 Nisan günü kontratın iptaline dair e-muhtıra gönderdiler.
Öncekiler ya yaka paça evden atılmış, ya kontratı elleriyle fesh etmek zorunda bırakılmışlardı ama anlaşılan bu yeni kiracı çetin cevizdi. Biraz Karadeniz hamuru, biraz Kasımpaşa mayası, biraz geçmiş zamanların tecrübesi üst üste gelen başarılarla kıvam tutup perçinlenince Erdoğan, bırakın evden çıkmayı ev üzerinde hak iddia etmeye başlamıştı. Haksız da sayılmazdı hani.
Bir buçuk asırdır örselensek, hırpalansak, türlü bahanelerle dayaklar yesek de bu ülke en az bu ülkeyi bize rağmen yöneten azgın güruh kadar bizimdi. ‘Bir tek biz var olalım’ demiyordu Erdoğan; ‘biz de varız’ diyordu ve onu destekleyen insanlar bu duruşa itimatla her sahada var olmaya başlıyorlardı. Medyada, sermayede, bürokraside, kültürde, sanatta kısacası elitlerin bir buçuk asırdır kendilerine mülk ettikleri bütün platformlarda söz sahibi oluyorlardı. Seçkinler rahatsızdı. Evlerine temizliğe gelen kadınların çocukları Boğaziçi mezunu bürokrat, hacı hoca deyip aşağıladıkları insanların evlatları evropa görmüş Bakan, göbeğini kaşıyan adam deyip ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptıkları çobanların çocukları üniversite kürsülerinde profesör filan oluyordu. Nereden çıkmıştı bu zenciler, hangi ara bu evde en az kendileri kadar hisse sahibi olduklarını fark etmişlerdi? Bir şeyler yapılmalıydı, hem de tez elden.
Yapmasına yapacaklardı ama, böylesi durumlarda kendilerine koltuk çıkan müesses nizamın vesayet kaleleri bir bir sarsılıyordu. Önceki badirelerden alınan dersler Erdoğan’ın yürüyüşüne yön veriyor, hamlelerini biçimlendiriyor, ne zaman, neyi, nasıl yapması gerektiğinin yol haritasını çiziyordu. Kiracıların evden çıkarılmasında mahallenin kabadayısı rolü biçilen asker, işin hukuki(!) alt yapısını koordine eden yargı, alınan karara zihin ve zemin hazırlayan medya, hepsini birden öyle ya da böyle finanse eden sermaye, aklınıza bu işin payandası olarak kim ya da kimler geliyorsa hepsi birden; ya değişmişti, ya el değiştirmişti, ya olması gereken hale nihayet bürünmüştü, ya da artık haddini biliyordu.
Bu değişimle beraber, içeri yavaş yavaş tanzim edilip zarar veremeyecek hale getirilince, gözler özgüvenli ve haşin bir ifade ile dışarı çevrildi. Kiracının evden atılması dışarıdaki birilerinin ya talimatı ya müsaadesi ile olmuştu bu zamana kadar, o zaman içerinin dışarıdaki abilerine de bir şeyler denmeliydi ve denildi. Sadece Davos’ta değil, Suriye’de, Irak’ta, Akdeniz’de, Libya’da, Karabağ’da denildi.
Bütün bu yaşananlar bir buçuk asırdır yok muamelesi yapılan, var olmasın diye her türlü tedbir alınan Anadolu’nun mazlum, mahzun ve masum insanlarını görünür kıldı, var etti. Hem de her alanda, hem de bütün cesametiyle, hem de bütün Türkiye’de.
Söylediklerini dinletmeye, eylediklerini dayatmaya alışmış seçkin güruh söylediklerinden başka bir söz söyleyeni, eylediklerinden başkaca iş eyleyeni görünce başladılar bağırmaya: kutuplaşıyoruz!
Dün elimiz, ayağımız, ağzımız bağlı olduğu için yapamadık, sustuk, yürüyemedik. Arkadaşlar da sandılar ki sözlerinden başka sözü olan yok, yaptıklarına herkes razı itiraz edenimiz yok, gittikleri yönden başka gidecek cihet yok! Bu zanla bütün ülkenin birlik ve beraberlik içinde olduğuna inandılar. Sözlerinden gayrı bir söz duyunca, yaptıklarına bir itiraz görünce, gittikleri yönden başka bir yöne yüründüğünü fark edince bunun adını kutuplaşmak koydular. Halbuki yaşanan şey kutuplaşma değil; azgın azınlığın yok saydığı mazlum çoğunluğun kendisi gibi var olmaya başlamasından ibaretti.
Türkiye’nin nihayet Türkiye olmasıdır olan, kutuplaşma değil!