DÜNYA
Stratfor 15 Temmuz'u böyle yorumladı..
Gölge CIA' olarak bilinen ABD merkezli düşünce kuruluşu Stratfor, Türkiye'deki darbe girişimininde kilit rolün Gülenci cunta tarafından oynandığını, ancak Gülen hücrelerinin, TSK içerisindeki Erdoğan muhaliflerince maşa olarak kullanıldığını iddia etti
30 Temmuz 2016, Cumartesi
Gölge CIA' olarak bilinen ABD merkezli düşünce kuruluşu Stratfor, Türkiye'deki darbe girişimininde kilit rolün Gülenci cunta tarafından oynandığını, ancak Gülen hücrelerinin, TSK içerisindeki Erdoğan muhaliflerince maşa olarak kullanıldığını iddia etti
ABD merkezli düşünce kuruluşu Stratfor, Türkiye'deki darbe girişimi ile ilgili kurumsal kimlikle bir yazı kaleme aldı.
TSK içerisindeki darbe girişiminde en kilit rolü Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)'ye ait hücrelerin rol oynadığı belirten Stratfor, "Darbe teşebbüsünde ordu içerisindeki Erdoğan muhaliflerinin Gülencileri maşa olarak kullandığı" ifadesine yer verdi.
Türkiye'deki muhafazakar sınıfın yükselişinin de anlatıldığı makalede, "Türkiye genişlemeci yoluna devam edecek: öyle bir yol ki birbiriyle uyumsuz bir grup İslamcı ve milliyetçilerin öncülüğündeki gelişigüzel bir darbe ile bile kısa devre yapması ihtimal dahilinde değildi. Türkiye tarihin bu fasılasında böyle bir rotada, çünkü jeopolitik bunu istiyor. Ama kimse bunun sakin bir yolculuk olacağını söylemedi" vurgusu yer aldı.
Oldukça subjektif duygularla kaleme alınan makalede, ilginç kıyaslar da yer buldu: "Erdoğan şevkle ve olanca hiddetiyle konuşurken, arkasındaki büyük portrede, Mustafa Kemal Atatürk karamsar bakışlarla doksan sene önce kurduğu cumhuriyetin akıbetine şahitlik ediyordu."
Dünya Bülteni'nden Mustafa Doğan'ın tercüme ettiği makale şöyle;
İŞTE O MAKALENİN TAMAMI:
Türkiye'nin geleceği kadar cüretkâr bir darbe
İŞTE O MAKALENİN TAMAMI:
Türkiye'nin geleceği kadar cüretkâr bir darbe
Türkiye'de yaşanan kısa süreli darbe teşebbüsünden tuhaf sahneler zihnimize kazındı: silah zoruyla ordunun yönetime el koyduğunu deklare eden bir TRT spikeri, paniklemiş bir CNN Türk muhabiri ve onun iPhone'undan halkı sokaklara çağıran gözleri şişmiş cumhurbaşkanı, kalabalığın üzerine mermiler yağdıran Kobra helikopterler, müminleri meydanlara dökmek için geceyi inleten salâlar, polis ve siviller tarafından durdurulan askeri kamuflaj içindeki kuvvetler, cumhurbaşkanının taraftarlarınca linç edilmiş kanlar içindeki bir asker ve kendi ülkeleri kuşatma altındayken Türkiye'deki bu tezat duruma istihzayla bakan Suriyeliler.
Fakat 15 Temmuz olayları yaşanırken beni asıl çarpan ve gözden kaçan bir başka sahne daha vardı. Saat sabah üç sularıydı, yani darbeciler harekete geçtikten kabaca beş saat sonrası. Darbe çoktan çatırdama sinyalleri vermeye başlamıştı. Ekibimiz bir ekranın etrafında toplanmış, Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Atatürk Havalimanı'na yaptığı uçuşu gösteren minik uçak simgesini izliyordu. Cumhurbaşkanını derdest etmek zorunda olan darbecilerin F-16'ları hala havadaydı ve bu Erdoğan'ın tatilini geçirdiği Marmaris'ten imparatorluğun başkenti İstanbul'a yapacağı kısa ve tehlikeli seyahatin ciddiyetini arttırıyordu. Uçağın transponder vericisi kapatılmıştı ve biz de acaba Erdoğan güvenli bir iniş gerçekleştirdi mi diye muallakta kalmıştık. Birkaç dakika sonra cumhurbaşkanı FaceTime konuşmasındaki takım elbise ve kravatı üzerinde olduğu halde NTV ekranında gözüktü ve darbenin arkasındaki "paralel" güçleri temizleyeceğine ahdetti. Erdoğan şevkle ve olanca hiddetiyle konuşurken, arkasındaki büyük portrede, Mustafa Kemal Atatürk karamsar bakışlarla doksan sene önce kurduğu cumhuriyetin akıbetine şahitlik ediyordu.
Bazıları bu darbe teşebbüsünü tarihin tekerrürü gibi sunmakta gecikmedi: Ordu, İslami düzene karşı Atatürk cumhuriyetinin seküler esaslarını savunmak için 60'lı ve 90'lı yıllar arasında olduğu gibi müdahaleye kalkışıyordu. Ancak bu Türk siyasetinin fevkalade kolaycı ve demode bir yorumu. 21. yüzyılın Türkiyesi ne seküler elitlerin silahları ve askerleri altında ne de yalnızca tek tip İslamcı bir kampın idaresi altında yaşıyor. Türkiye'nin fay hatları çok daha girift ve bu hatların anlaşılması sadece bu küstah darbe teşebbüsünün köklerini değil, aynı zamanda ülkenin jeopolitik geleceğini anlamada da kritik.
Türkiye kaçınılmaz bir kimlik krizinden muztarip. Türkiye'yi kaba hatlarıyla resmedecek olsaydık, şöyle bir memleket portresi görürdük: Asya ile Avrupa'yı birleştiren, İstanbul ve Marmara Denizi havzasındaki mukim ekseriyeti seküler tutucular ile Anadolu havalisindeki daha dindar bir ahali arasında bölünmüş bir ülke. Atatürk, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun külleri üzerine ulusçuluktan gücünü alan, Batı felsefesi rehberliğinde bir ülke kurmuştu. Ona göre Türk devleti geniş, çok uluslu bir imparatorluğun dertlerinden âzâde olacak; onun yerine daha mütevâzı, Karadeniz ile Akdeniz arasında köprü vazifesi gören güçlü bir toprak parçasına dikkatini sarf edecekti. Atatürk bir imparatorluğun ölümüne şahitlik edip bir ulus devletin ise doğumuna öncülük etmişti. O devletin idâmesi için de ordu güçlü, seküler bir ruhun korunmasıyla tavzif edilmeliydi. Ancak o zaman Türkiye gerçek mânâda Batı ile olan bağlarını çekip çevirebilir, sınırlarının ötesindeki İslam ülkelerinin zorluklarından sakınmış olurdu.
Buna ilaveten, Atatürk ulusunu birleştirmeye de muhtaçtı. İslam'ın oynayacağı rolü tamamen göz ardı etmek yerine, dini kurumlaştırma yoluna gitti. Dini, devletin güdümünde idare edilmesi ve Türk vatandaşlarının imparatorluğun gayrimüslim bakiyesinden ayırt edilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdurttu. Boşnaklar, Arnavutlar ve Çerkezler ekseriyetle yeni Türk kimliğine razı olurlarken ülkenin ağırlıkla Müslüman olan Kürt azınlığın etnik kimliği elinden alınıp "dağ Türkleri" şeklinde telakki edildiler. Bu esnada İslam kimlik de ülke sathında yaşamaya devam etti.
Bu, Türkiye'nin 20. yüzyılıydı. Yıllar boyunca seküler politikalar ve sermaye imparatorlukları saltanat sürerken Anadolu dışlanmış ve azınlıkların da Türk ulusal kimliğine asimile olması beklenmişti. Fakat 1970'lerden başlayarak, ülkenin muhafazakar kesimleri tedricen etkilerini arttırmaya başladı. Bu uyanışta, Said Nursî'nin İslam'ı Batı bilimiyle kaynaştırma anlayışının mirasçısı olan Fethullah Gülen'in, önderlik ettiği hareketin tabanı rol oynadı. Gülen özetle Türkiye'nin İslam hüviyeti hasebiyle Batı'dan kaçınmamasını, her ikisinin de en iyi yönlerini alması gerektiğini vâzediyordu.
Türkiye'yi bu doğrultuda şekillendirmek için Gülen önce ülkedeki kurumları kendi takipçileriyle doldurmayı lüzumlu gördü. Vaazlarında, takipçilerine "mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gidin, sistemin can damarları içinde tüm kademeleri ele geçirene kadar dolaşın" çağrıları yapıyordu. Gülen'in talimatı altındaki muhafazakarlar (religious conservatives) ve onu taklide çalışan önderler aynen böyle yaptı. Taşranın güvenliğinden sorumlu jandarmadaki gevşek özgeçmiş sorgulamalarından faydalanıp güvenlik bürokrasisinde yuvalanmaya başladılar. Aynı zamanda, Anadolulu işadamlarını Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika'daki pazarlara bağlayan etkileyici şebekeler geliştirip İstanbul'un seküler kodamanlarına kafa tuttular. İyi finanse edilmiş ve nüfuzlu medya şirketler ile okulları palazlandı. Bu okullarda ülkenin İslami kimliğini tekrar kucaklarken bir ayağını da Batı'da tutmaya devam edeceği yeni devrinin hakimleri, siyasetçileri, öğretmenleri, polisleri, pilotları ve ordu komutanları yetişti.
80'li yılların sonlarında, Soğuk Savaş'ın kaotik güvenlik ortamının da yardımıyla, ordunun gerekli olan müdahaleyi hızlıca yapması ve Atatürk'ün seküler modelinden sapmış demokratik bir hükümeti devirmesi için kurumsal gücü vardı. Fakat 1990'ların Soğuk Savaş sonrası nispî barış ortamında ordu, Türkiye'nin ilk İslamcı hükümetini iktidardan etmek için daha kurnaz yöntemlere -"post-modern darbe"- başvurmalıydı. Yeni yüzyıl girmeden, ordunun İslamcıları kolaylıkla ve hızlıca al aşağı etme kabiliyeti bir hayli zayıflamıştı.
Bir ekonomik krizi müteakip, Adalet ve Kalkınma Partisi 2000'lerde heybetli bir güce erişmiş, İstanbul'dan Anadolu'ya uzanan bir destek sağlamıştı. Parti ve yandaşlarının özgüvenleri kabardıkça, yıllar yılı kendilerine köstek olan odakları budamaya giriştiler. Hükümet Balyoz ve Ergenekon davalarına ön ayak oldu, yeni Türkiye'nin karşısında olan ve aşırı milliyetçi subaylar, politikacılar, hakimler ve işadamlarından müteşekkil "derin devletin" kökünü kazımayı planladı. 2010'a kadar İslamcılar (Islamists) ordunun derinliklerine nüfuz etmiş, Gülenci medya kuruluşları askeri personele şantaj yapmak için kullanılacak istihbaratla donatılmıştı. Bir dizi mahkemenin ardından ki hepsine Gülenci hakimler başkanlık etti, ordu temizlenmiş ve hava kuvvetleri, jandarma ve donanma kademeleri Gülencilerle dolmuştu.
Erdoğan'ın, Gülencilerin vasıtasıyla zayıflayan ordudan faydalandığına şüphe yok. Ama Gülencilerin de ne derece güçlendiklerinin farkındaydı. Gülen, gönüllü sürgünde olduğu Pennsylvania'dan siyaseten kendini daha çok öne sürmeye ve Erdoğan'ın politikaları hilafına sesini daha çok yükseltmeye başladı. Erdoğan'ın Mavi Marmara hadisesi sonrası İsrail'le karşı karşıya gelişi Arap dünyasındaki saygınlığını arttırırken, kendisinin İsrail karşıtı duruşuna 2013'te Gülen'den eleştiri geldi. Ama bardağı taşıran son damla 2013 sonlarında, Gülen hareketinin yargıdaki nüfuzu marifetiyle ses kayıtları sızdırıp Erdoğan'ın oğlu Bilal de dahil olmak üzere yakın çevresini bir yolsuzluk skandalına bulaştırmaya çalıştığında geldi.
O noktadan itibaren, Gülencilerle Erdoğan taraftarları arasındaki gedik kapanmayacak hale geldi. 2014'te Gülenci bir savcı Erdoğan'ın kilit bürokratlarından olan Hakan Fidan'ı PKK ile gizli görüşmeler gerçekleştirdiği suçlamasıyla hedef aldı. (Çevirmenin notu: yazar 7 Şubat 2012 hadisesine atıfta bulunuyor olmalı.) Öyle görünüyor ki Gülen kendi hareketini dahil edilmeden Erdoğan ve Fidan'ın PKK ile barış müzakereleri yürütmesini kendine yediremedi. Aynı yıl (Ç.N: 2013'ü kastediyor) Gülen, Erdoğan'ın Gezi protestolarını sert şekilde bastırmasını bariz şekilde eleştirdi, daha da ileri gidip AKP iktidarının altını oymak için kendi hareketine temelden karşı olan seküler muhalefet partilerden bile yardım arandı. İhtilaf gittikçe derinleşirken, Erdoğan hala gücü varken Gülencileri tasfiye etmenin iyi olacağına karar verdi. Gülencilerin orduya karşı kullandığı silahların aynısına sahip olan Erdoğan eski yol arkadaşlarını yok etmek için yerel ve uluslararası bir kampanya başlattı.
2014 itibariyle Türk hükümeti Gülenci medya ajanslarını ve okulları kapattı, bankalarına ve şirketlerine el koydu, hakimleri görevden aldı. Fakat ordunun temizlenmesi yarım kalmıştı. Erdoğan kendi iktidarına karşı en büyük tehdidin orduda olduğunu biliyordu ama oranın icabına kademe kademe bakmayı tercih etti. Anlaşılan o ki Hakan Fidan darbenin istihbaratını hazırlık safhasında aldı ancak darbenin faillerini 1 Ağustos'taki Yüksek Askeri Şûra öncesi yakalattırmayı planladığı söyleniyor. İfşâ olduklarının öğrenen darbeciler darbeyi öne almaya karar verip 15 Temmuz'da da harekete geçtiler. Ancak ordu içerisinde marjinal, küçük bir fraksiyonu teşkil ettikleri için daha başından başarısızlığa mahkumdular. Devlet kanalını işgal edip aynısını özel kanallar için düşünmediler. Sokakları dolduran büyük kalabalıkların ve darbeye karşı birlik olma çağrısı yapan muhalefet partilerinden gösterdiği üzere, darbe karşıtı hava Erdoğan karşıtı havaya baskın çıktı. Başladıktan iki sonra darbe çatırdamaya başladı ve 24 saatten kısa sürede tamamen çöktü.
Tüm bunlar Türkiye'nin bir şiddet sarmalına nasıl geldiğini açıklıyor fakat ülkenin önünde aynı şekilde karmaşık bir yol uzanıyor. Başarısız darbenin en çabuk sonucu bir diğer şümullü tasfiye olacak. Bu yazıyı yazarken, yaklaşık 3000 asker gözaltına altında ve 2700 hakime de görevden el çektirildi. Fakat açık olmak gerekirse, Gülen hareketi tek başına bunların sorumlusu değildi. Her ne kadar darbe teşebbüsündeki kilit faktör ordudaki Gülenci hücreler olsa da, Gülenciler Erdoğan muhalifleri tarafından maşa olarak kullanıldı; aynı geçmişte AKP tarafından kullanılmaları gibi. Erdoğan yine de her tipteki muhaliflerini yakalatmak için "paralel" yaftasını kullanacaktır. Elbette bu darbenin, iktidarını daha da pekiştirmek için Erdoğan tarafından planlandığı anlamına gelmiyor, ancak Türkiye'nin darbelerle dolu geçmişine sünger çekme adına anayasada reform yapma planlarını hızlandırmak için bu çirkin hadiseyi istismar edecektir. Bu da ona cumhurbaşkanı olarak gücünü arttırma imkanı verip muhaliflerinin üzerine gitmesi için daha çok alan açacaktır.
Kaçınılmaz misilleme devam ettikçe, Avrupalıların insan haklarına saygı temalı nutukları da sağır kulaklara çalınacaktır. Türk liderler emniyette hissetmek için gerekli gördükleri şeyleri yapacaklar, Avrupalı meslektaşları da Ankara'yla vardıkları göçmen anlaşmasına halel gelmesin diye sessiz kalacaklardır. Erdoğan benzer şekilde IŞİD ile savaşta Washington'un Ankara'nın işbirliğine olan güvenini, Gülen'in ABD'den iadesini talep ederken kullanacaktır.
Tedbirlerin kısa vâdedeki sonuçları ve Batı ile yapılacak takasların ötesinde, Ankara'nın önünde daha büyük problemler var. Böylesi büyük ölçekte bir başkaldırıdan Türkiye'nin ordusunu tanzim etmesi uzun zaman alacak. Gülenciler kendi dönemlerinde yüzlerce askeri personeli tasfiye etmişlerdi; şimdi binlerce fazlası, yüksek rütbeli komutanlar da dahil olmak üzere ayıklanıyor. Kürt militanlar, radikal solcu gruplar ve IŞİD daha çok saldırı düzenlemek Türkiye'deki bu fevkalâde kırılgan ahvalden yararlanabilecek ve devleti kutuplaştıran odaklara katkıda bulunacaktır. Bu arada Türkiye'nin harici zayıflığı da artacaktır. Ankara'nın dikkatini dahili tehditlere verirken, Kürt ayrılıkçılar ile Suriye, İran ve Rusya Türkiye'nin Orta Doğu'daki hedeflerine çomak sokmak için daha fazla boşluk bulacaktır. Türkiye'ye kolayca bel bağlamayacağı için IŞİD gibi tehditlerle olan savaşta ABD'nin omzuna daha çok yük binecektir. Suudi Arabistan gibi Sünni güçler ise bölgede kendilerine daha büyük bir rol kapmanın derdine düşecektir.
Ve Türkiye'nin kimlik krizinin zuhur edeceği yer de işte burası. Türkiye, sınırlarının ötesinde daha derin bir nüfuz gerektiren neo-Osmanlıcı bir yola saptı. Bu sınır ötesi Kuzey Suriye ve Irak kadar Libya, Gazze ve Dağlık Karabağ da demek. Aynı zamanda, Türkiye'nin yöneticileri Atatürk Türkiye'sinin de sınırlarını idare ediyor ve cumhuriyetin bütünlüğünü de korumakla mükellefler. Haliyle politikalarındaki tezatlar daha sık görülecek. Hatta Türkiye'nin faaliyetleri şizofrenik bile görünebilir. Türk hükümeti Kürtlerle zaten çözüm müzakerelerine öncülük etmiş ve azınlıkların özerkliğe sahip olabileceği vilâyetleri de gündemine almıştı ki bir sene sonrasında devlete karşı her türden bir Kürt teşebbüsünü terörizm olarak değerlendirip çok sert bir savaş (crackdown) başlatıncaya kadar.
Bu arada bazı gruplar Suriye ve Irak'ta daha büyük çaplı bir askeri müdahalenin gerekli olduğunu savunurken diğer bazı gruplar da bunun Atatürk'ün zamanında uyardığı yıkıma davetiye çıkaracağını söylüyor. (Darbecilerin ilk emirlerinden birinin Kuzey Irak'taki Türk birliklerinin geri çekilmesi olduğu bir tesadüf değil.) İslamcılar, Türkiye'nin İslam dünyasındaki nüfuzunun yeniden şekillendirme başvuracağı taktikler hususunda fikrî ayrılığa düşmüş durumdalar. Gülenciler okullar, ticaret anlaşmaları ve medya yoluyla ılımlı bir nüfuz tesis etmenin müdafiliğine soyunmuş durumdalar. Erdoğan ise bir dizi zorluklarla karşılaşan devlet başkanı olarak silahlı kuvvetleri yurtdışındaki tehditlerle başa çıkmak üzere konuşlandırmaya daha istekli ve Orta Doğu'yu kendi vizyonuna göre şekillendirme konusunda daha agresif tutkular besliyor.
15 Temmuz'da TRT spikerine silah doğrultanlar Erdoğan sonrası Türkiye'nin yönetimi maksadıyla bir "Yurtta Sulh Konseyi" teşkil ettiler. "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilk kez Atatürk tarafından 1931 yılında ifade edildi. Türkiye'nin resmi dış politika düstûru haline gelen bu söz, yurtiçindeki istikrarlı bir cumhuriyetle Türkiye'nin sınırları ötesinde zuhur eden sorunlara etkin şekilde müdahale edeceği fikrini pekiştirmektedir.
Fakat Türkiye'nin bugün karşılaştığı problemler 20. yüzyılda karşılaştıklarıyla aynı değil ve sulh getirmesi için elzem olan pasiflik ile maceraperestlik arasındaki dengeye dair Türkiye ve yurtdışındaki yorumlar da birbirinden farklılık arz etmektedir. Kesin olarak söyleyebileceğimiz ise Türkiye'nin yakın gelecekte yurtta ve cihanda sulh beklememesi gerektiğidir.
Türkiye'nin muhafazakar sınıfının yükselişi onlarca yıl var olacak onlarca yıllık bir proje. Erdoğan Türkiye'nin başında olsun veya olmasın, Türkiye genişlemeci yoluna devam edecek: öyle bir yol ki birbiriyle uyumsuz bir grup İslamcı ve milliyetçilerin öncülüğündeki gelişigüzel bir darbe ile bile kısa devre yapması ihtimal dahilinde değildi. Türkiye tarihin bu fasılasında böyle bir rotada, çünkü jeopolitik bunu istiyor. Ama kimse bunun sakin bir yolculuk olacağını söylemedi.