TÜRKİYE
Senin sahibin kim?..
Türkiye’nin sahibi kim? Geçen yüzyılımız belki de bu sorunun cevabını aramakla geçti. Haziran 2013’ten beri yaşadığımız süreç ise, açık bir şekilde dillendirilmese de, aslında ülkenin gerçek sahibinin kim olduğu sorusunda düğümleniyor. Daha doğrusu, İstiklal Savaşı’ndan sonra ülkenin yönetimine ağırlığını koyanların mirasçısı olma iddiasındaki rejim bekçisi kesim, her fırsatta sahiplenme duygusunu hissettiriyor. Bir şeye sahip olduklarını iddia ettikleri anda, benzer konumdaki diğerlerini yok etme motivasyonunu da elde etmiş oluyorlar. Bu yüzden, uzunca bir süre İslamcılar, Kürtler, muhafazakârlar, geniş halk kitleleri yok edilemediği için sistemin kenarına itildi. Adnan Menderes ve arkadaşları asıldığında, bekçiler, rejimi kurtarmanın huzuru ve güç sarhoşluğuyla kutlama yaparken, gözyaşlarını içine akıtan milyonları kahreden, biraz da bu ülkenin asıl sahibi olup da söz sahibi olamamanın trajedisiydi.
Seçkinler mi, seçilmişler mi?
Karizmatik liderlik anlayışı, bütün hafife alma ve dudak bükme girişimlerine rağmen, modern dönemde de kitleleri sürükleme misyonunu ifa ederken, bizde Özal, Erbakan geniş kitleler için ümit oldu. Ancak Erdoğan’ın 2002 yılından itibaren ortaya koyduğu liderlik ve hâkim parti konumu kitlelere ümit olmanın ötesine geçerek, bekçi kesimin ezberini bozdu, asıl travmayı onlara yaşattı. Gerilim ve çatışmanın kaynağı ne solun ifade ettiği gibi sınıfsaldı, ne de dünya görüşü veya yaşam tarzlarının çelişmesiydi. Asıl sorun, Türkiye’yi, bekçilik iddiasındaki bir azınlığın mı, yoksa geniş halk kitlelerinin iradesini temsil eden siyasetçilerin mi yöneteceği ile ilgiliydi. Yani bizi seçkinler mi idare edecek, yoksa seçilmişler mi?
Ergenekon 2.0
Anakronizm çöplüğünde nostaljik debelenmeler yaşayan bekçi vizyonu hâlâ Gençliğe Hitabe’den aldığı yetkiyle etrafa nizamat verdiğini zannededursun, bir de ona paralel yeni vesayet öykünmecileri çıktı. 28 Şubat’ta ve dindarların ezildiği her dönemde ya ölü taklidi yapan ya da el altından vesayetçilerle iş tutan bu neo-vesayet odağı cin olmadan adam çarpmaya yeltenip Ergenekon 2.0 olmaya özendi. Bu sefer ölü taklidi değil, tasfiye etmeye çalıştığı eski bekçi paradigmasının kötü bir taklidi olarak arz-ı endam etti. Sahiplik hastalığını, kamudaki ve siyasetteki insanları asılsız ihbarlarla itibarsızlaştırıp yerlerine kendi adamlarını getirmek için yazdıkları mektuplarda kullandıkları “Bir memleket sevdalısı”, “Vatansever” gibi sahte imzalarda gösterdiler. Masum tabanı ikna etmek için de sahte hocanın sahte rüyalarından talimat çıkarıp haşa Allah Rasulünün(SAV) ağzından “Biz Türkiye’nin işini falanlara bıraktık” türünden metafizik karineler inşa ettiler. Kur’an, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha dörtlüsüne rüya-yıFetullah eklendi; edille-i şeriyye beşe çıktı da bizim mi haberimiz yok!
Türkçeyi terk etmek
Şimdilerde eski ve yeni bekçi paradigmasını yüzde 49,5’luk oy oranı sonrası sergiledikleri benzer performanslardan teşhis edebiliyoruz. Artık derinlikleri kalmadı, yüzeye çıkıp iyice sığlaştılar. Epeyce ağızları da bozuldu bu arada. Eskiler eskiden beri içip rahatlayabiliyorken, yeniler takiye icabı içmekten tahkiki içmeye geçebildiler mi, bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var; bu memleket, yabancı koroların sesi olanların değil, bu toprağın türküsünü çığıranlarındır!”Kentler zalimdi dayandım / Dağlarda ölmek isterim!” deyip de seçim sonuçlarını protesto etmek için halen yaşadığı İsviçre’den Fransa’ya yerleşme resti çeken ile “Bu millete söyleyeceğim sözüm kalmadı! Bu gece son Türkçe tweetlerimi atıyorum! Değmezmiş! Daha iyisini, daha fazla hakedenlere konuşacağım!” diyen arasında fark kalmamış demektir. Türkiye’ye rest çekerek İsviçre’den Fransa’ya taşınan ilkine düşünüp taşınmasını tavsiye edecek vakit yok. Amaresti anlaşılmıyor; dağa mı küstü, tavşan kaç mı oynuyor pek belli değil. Eğer dağlarla hâlâ marazi de olsa bir bağı kalmışsa, Mont Blanc civarını tavsiye edebilirim; kar bile konforlu yağar oraya, kayak merkezleri lüks, ulaşımı kolay, çığ riski azdır. Ağrı, Süphan, Tendürek gibi bizim değildir amma…
“Bu millete söyleyecek sözü kalmayan” sonradan görme vesayet namzedi ikincisi, lafın kâr edeceği noktayı çoktan aşmış görünse de, bizim hâlâ ona söyleyecek bir çift lafımız var. Zaten Gülenistlerin müstemleke bülteni gibi çalışan ve İngilizce yayın yapan gazetesinin başındasın; Türkçeyi bırakma resti çekerek aslında en iyi bildiğin yabancı dile dönüş yapıyorsun! Böylece kendini bu millete anlatamamanın acısını, Türkiye’yi yabancılara kendi dillerinde şikâyet etme ezikliğiyle telafi edersin belki.
Yeni yoldaşın sövgüsü
Paralel vesayetçi namzetlerinin bir kısmı da yine eskileri taklit ederek seçimi ezici bir üstünlükle kazanan tarafa üst perdeden akıllar veriyor. AK Parti özeleştiri yapmalıymış, bundan sonra şunları yapmalı, bunları da yapmamalıymış, yol haritası şöyle olmalıymış, yeni bir sayfa açmalıymış! Birine Yezid, Nemrut, Firavun gibi her türlü hakareti ettikten sonra üstüne üstlük bir de akıl vermeyi Ertuğrul Özkök’ten öğrendiyseniz, bilin ki hiç de iyi bir akıl hocanız yok! Siyaset karşıtlığında ön safta yer alırken, şimdi de siyasetten beklentilerini sıralayana, sıranın önündekileri hatırlatmak ve bu yüzsüzlüğe yerini bildirmek icap eder. İlla ki, özeleştiri çağrısı yapılacaksa, doğru adres kaybeden partiler ve lider kadrosudur. Nasıl bir garabet iletişim ortamımız varsa, bunun gibi en basit bir gerçeği bile hatırlatmak zorunda kalıyoruz!
Anonim bir Twitter hesabı üzerinden istihbaratçılık oynayan, kendisi trollüğün âlâsını yaparken başkasını bununla suçlayan Gülenistlerin halini, seçim gecesi attığı şizofrenik twitlerin altına yediği binlerce küfürde tecessüm eden nefret çok açık anlatıyor. Fuat Avni’nin ve Gülenistlerin yediği küfürler, galiplerden değil, Tayyip Erdoğan’ı devirmek için çıktıkları yolda Gezi’den beri kucaklaştıkları ve şimdiki mağlubiyetin ortaklarından olan beyaz Türklerden geldi. Kardeşine karşı savaşmak için yeni yoldaşlar buluyor ve kaybedince ilk sövgü ve aşağılamayı onlardan görüyorsun; zillete bak!
Senin sahibin kim?
Düştüğü durumu fehmetmek yerine, ithal çukurlarda umut arayışını metafizik güftelerle meşrulaştırmaya çabalayan akıl, bu vatan rüyanızda dahi olsa size verilmiş olsaydı, yabancı topraklara sığınmaz, her ne pahasına olursa olsun burada dağ gibi otururdunuz. Şimdiki haliniz, acınası manzaranızı idrak etmekten o kadar uzak ki, eski bekçilerin patolojisi sizde tebarüz etmiş; üzerinizde elbise yok, şapkam nerde diye ağlıyorsunuz!
Biz ise şunu çok iyi anlıyoruz; eğer Gezi ve 17-25 Aralık’ta Erdoğan, Menderes gibi davransaydı, maazallah bu milletin evlatları yine bir köşede sessizce onun akıbetine gözyaşı döküyor olacaktı! Ya da 1 Kasım’da AK Parti kaybetseydi kim sevinecekti? Rüşvetlerle imza topladığınız Amerikan senatörler, Yahudi lobisinin temsilcileri, Filistinli çocuğun kemiklerini kıran İsrail, Gazze tünellerine su pompalayan Sisi, 300 bin Müslüman’ı katleden Esed, Kandil, eşbaşkanlar, Kılıçdaroğlu, belki anlayabilirse Bahçeli… Ve siz de tabloyu tamamlayacaktınız! Muhtemelen en fazla sevinç çığlığı sizden çıkacaktı! Şimdi ise, ümmet sevindi, siz üzüldünüz. Böyle gidecekseniz, daha çok üzülürsünüz inşallah. Türkiye’nin sahibi kim mi? Herkes önce neye sahip olduğuna değil, kendisine kimin sahip olduğuna baksın!
Ümmetin güldüğüne ağlayan Gülenist; kiminle olduğunun ve neyi kaybettiğinin farkında mısın?