ANALİZ HABER
ZEHİR TACİRLERİ-1: Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza
Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza... Ortak özellikleri İkinci Abdülhamid Han'a düşman olanların bu üç mezhepsizi çok sevmeleri. Irkçı Mehmet Emin Yurdakul, damızlık erkek arayan Abdullah Cevdet, Milli Marşı'ın güftekarı Mehmet Akif ve maalesef Said Nursi Efendi... Abdülhamid'e soğuk ve fakat bu üçlüye hayranlar...
1- CEMALEDDİN EFGANİ
Çok önemli bir kaynak olan Sicil-i Osmani’de Efgani’nin İranlı bir Şiî olduğu belirtilmektedir.
Manastırlı Naibi Efendi ve o devrin Şeyh-ül İslâmı, büyük âlim Hasan Fehmi Efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Afganistan hakkında Ruslara casusluk da yapan, dînine ve vatanına ihanet etmekten çekinmeyen Efgani; mason olmadan önce de hiçbir zaman masonluğu kötülememiştir. Hatta dehrilere (dinsizlere) yazdığı reddiyede masonluktan hiç bahsetmemesi manidârdır. Gittiği her yerde, sicilli masonlar tarafından himaye görmüş, İngiliz masonları ile de işbirliği yapmıştır. Birden fazla mason locasına kayıtlı olan Efgani, Mısır’daki İskoç locasından kovulmuşsa da kendisi bizzat mason locası kurmuş; çömezleri bu locaya girmiştir. Edward Brown, Efgani’nin özel mason eldiveni ile bir resmini neşretmiştir.
Sultan Abdulhamid merhumun maskara diye vasıflandırdığı Cemâleddin-i Efgânî: “İslâmîyet, vardığı yerde ilmi boğmuştur.” diyebilmiştir. Bilindiği gibi hakikat, tam tersidir. Yâni İslâmîyet, vardığı yerde ilmi teşvik etmiştir. Çünkü İslâm’ın ilk emri “Oku!” dur.
26 FARKLI İMZA KULLANMIŞTIR
Hadîs âlimi Muhammed Avvâme: “Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır. Ben Allah (c.c.)’ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihte mübalağayı sevmem. Afgânî ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hâdise anlatılır. Afgânî’nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı ve içinde çok özel belgeler bulunan bir çantası vardır. Bir defasında geceleyin Tahran’da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid’den bir haber gelir. Sultan, Afgânî’yi çağırmaktadır… Afgâni apar topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam, çantayla ilgili dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda târihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Afgânî’nin, 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgânî’nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.
İNGİLİZ İŞBİRLİĞİ
Başka bir belge, Muhammed Abduh’un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh’u Mısır halkı nezdinde popüleritesini artırması için –İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan’a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Muhammed Abduh diyor ki: “Biz, senin sağlam yolundayız. Dînin başını yine dînin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin.” Çantada daha birçok belge vardır.
Renan’a Cevabı:
Batılı filozof Ernest Renan’ın İslâm’ın gelişmeye mâni olduğu yönünde verdiği konferansa, Efgânî’nin cevabı: “İlmin tekâmülünde İslâm’ın bir mâni teşkil ettiği doğru ise de bu mâninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür?
Hayır, İslâm’da bu ümidin beslenmediğini kabul edemem. Ben burada M.Renan’a karşı Müslümanlığı değil; barbarlıkta ve cehalette yaşamaya mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmî gelişmeyi yok etmek isteği bir hakikattir… (Dîn ehli). Bir öküzün arabaya koşulduğu gibi bir dogmanın, mezhebin esiri olarak şerîat ehli tarafından evvelce çizilmiş yolda aynen yürümeye mecburdurlar… (Cemaleddin Efgânî, Journal des Débats gazetesi, 18 Mayıs 1883, s. 2) (Tercümesi: Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, 144-151)
Muhammed A. Yemâni: Riyad’da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed Üniversitesinde yaptığı doktora tezinde Cemaleddin Afgani’in baş talebesi Abduh’u şöyle anlatır: “…İngilizler Mısır’da Abduh’u ciddî anlamda desteklemiş ve bir “dîn ıslahatçısı” olarak öne çıkarmışlardır. İslâm dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh’u, Mısır müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır, Ezher’e ev sahipliği yaptığı için tüm İslâm dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh’u aktör yaptıkları bu ifsad projesi, Mısır’da tutarsa İslâm dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen AllahüTeâlâ, hak yolunda malını ve canını feda eden kimseler gönderdi. Bunların en başta geleni Şeyh-ül İslâm Mustafa Sabri Efendi (r. a.)’dir. O, Mevkıfü’l-Akl isimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi’nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.” Kaynak: Rıhle Dergisi, sayı. 5-6
Cemaleddin Afgani’nin bazı görüşleri:
Cemaleddin Afgani: “Ben mezheb imamlarını kendimden büyük görmüyorum ki birinin yoluna gireyim. Bir meselede onlardan birinin görüşünü benimsiyorsam birçok meselede muhalif kalabiliyorum.” (Mirza Lüfullah Han Esedâbâdî, Hakîkatu Cemaleddin Efgânî c.1, s. 106-128; Abdullah Kudsizâde, XIII/5-7, s. 364’ten naklen Hamdi Döndüren, aynı makale, s. 73) Bu görüşlere verilecek cevap nedir?
Hiçbirimiz; İmâm-ı Â’zâm Ebû Hanife, İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfi ve İmâm Ahmed bin Hanbel (r.a.e.) ve onların mezheblerinde müçtehid olan âlimler kadar kitap ve sünnet bilemediğimiz gibi onların mertebelerine de ulaşamayız. Bu yüzden dîni konularda, ehl-i sünnet imamlarından birisinin mezhebine mutlaka tâbi olmak zorundayız. Aklımıza veya zayıf rivâyetlere uyarak ahkâm kesmemeliyiz; helaldir veya haramdır, sünnettir veya bid’attır dememeliyiz. İslâm âleminin büyük çoğunluğu, ehl-i sünnet müçtehid ulemâsının yolu üzerinde birleşmiş ve mezheblerinin hakkaniyeti üzerinde ittifak etmiştir. Ehl-i sünnetin bu ittifakı icmadır.
Ahmed b. Hanbel (r.h.) şöyle demiştir: “Kim, dînde taklidin makbul olmadığını (mezheb imamlarının taklid edilemeyeceğini) iddia ederse; O (nun sözü), Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.) katında fâsık kimsenin sözüdür. Bununla, ashâb-ı kirâmdan gelen rivâyetleri iptâl etmeyi ilim ve sünneti boşa çıkarmayı istemektedirler. Hâlbuki doğru yol; ehl-i sünnet olanların, rivâyet sahiblerinin, kendilerine yetişip de onlardan hadîs aldığımız, kendilerinden sünnetleri öğrendiğimiz kimselerin (selef imamlarının) gittiği yoldur. Onlar; tanınan, doğruluk sahibi, kendilerine uyulan ve kendilerinden (ilim) alınan, bid’at, muhalefet sahibi olmayan güvenilir kimselerdir. Bu da, onlardan önce gelen imamlarının ve âlimlerinin kavlidir. Öyleyse, buna tutunun -Allah (c.c.) size rahmet etsin- ve onu öğrenip öğretin. Tevfîk, sadece Allah (c.c.) iledir.” İmâm Ebû Ya’lâ el -Ferrâ, “Tabakâtü’l-Hanâbile”, c. 1, s. 31, c.1, s. 65
Günümüzde kullanıldığı mânâda Selefîlik ise, ilk defa Mısır’da Cemaleddin Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “İslâmî ıslah!” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir. Hemen hemen aynı dönemde bugünkü Suudi Arâbistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab’ın yürüttüğü Vehhâbîlik hareketine de daha sonra Selefîlik denmiştir. Mezhebsizlik üzere kurulmuş bir akımdır.
Buhâri’ de geçen Hadîs-i Şerif’ te Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“(Medine’nin) Doğu tarafından (Necid’ den) bir takım insanlar çıkar. Kur’an okurlar. Fakat okudukları Kur’ an boğazlarından aşağı inmez. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar ve sonra ona dönüş de yapamazlar. Denildi ki: ( Ya Rasulallah!)
Onların simaları nasıldır? Buyurdu ki: Onların simaları, Başlarının tıraşlı olmasıdır (yani saçlarının çok kısa kesmeleridir).“ (Sahih-i Buhâri, Tevhid 57) Abdullah İbn-i Ömer (r.a.)’dan (Sened-i Sahih-i Muttasıl ile) rivayet edildiğine göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem): “Allahım! Şam’ımızı ve Yemen’imizi bize mübarek kıl.” Orada bulunanlar: (Ya Rasulallah!) “Necid’imize de” dediler. Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) tekrar: “Allahım! Şam’ımızı ve Yemen’imizi bize mübarek kıl,” dedi.” Orada bulunanlar yine: (Ya Rasulallah!) “Necid’imize de” deyince, Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: Zelzeleler (felaket ve musibetler), fitneler Necid’dedir. Şeytan’nın boynuzu (askeri ve ümmeti) oradan doğacaktır,”1 demiştir. (Sahih-i Buhâri, Fiten 16; Sahîh-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, İstiska Bahsi, Hadîs No: 545; Sünen-i Tirmizi, Menkıbeler, (4210); Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadîs No: 5715)
EFGANİ VE ABDUH’UN MASON OLUŞLARINA DAİR BELGELER
Abduh ile Efgani’nin masonluklarını anlatan bu makale ‘Freemasonry Today’ dergisinin 31. sayısında yayınlanmış (2005, Winter (Kış) sayısı).
1870 yılında İstanbul’a gelmiştir. Bu gelişinde evvela Jön Türklerle görüşen Efgânî, Darü’l Fünûn’da bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında: “Peygamberlik sanatlardan bir sanattır.” dediği için İstanbul’un dışına çıkarıldı. Ve zamanın şeyhülislamı tarafından tekfir edilmiştir.
Mısır’da ve daha başka yerlerde mason localarının faaliyetleri ve güçleri hakkında bilgi sahibi olduktan sonra kendi amacını gerçekleştirmek üzere İskoç mason locasına girdi. Bu locayı siyasete zorlamasıyla bu locadan atılan Efgânî, bu sefer French Grand Orient’a bağlı bir mason locası kurdu. Bu faaliyetleri Mısır hükümeti tarafından işitildiği zaman ülkeden çıkarıldı. Bunu hem Reşid Rıza’nın El-Üstazu’l İmam adlı eserinde hem de Abdülkadir el Mağribî’nin Cemaleddin adlı eserinde görüyoruz.
Cemaleddin Efgani’nin mason locasına yazdığı mektup:
“Mahruse-i Mısır’da felsefî bilgiler müderrisi, ömrünün 37. yılına ermiş bulunan Cemaleddin-i Kabilî der ki: “Ben İhvan-ı Safa’dan reca eder, Hıllan-ı vedadan, yani ayıp ve kusurlardan masum olan mukaddes mason cemiyeti erbabından bu nezih topluluğa kabulüm ve şayanı iftihar meclisinin sırasına dizilenlerin arasına katılmam suretiyle bana minnet ve ihsan buyurmalarını istifa eylerim.
Hürmetlerimle, Cemaleddin.”
Bu mektuba verilen cevap ise şöyledir:
“Şarkın Yıldızı Locası
No:1355
Kahire, Mısır: 7 1878/5878
Muhterem Cemaleddin kardeşe,
Zât-ı âlinizce mâlum olsun ki, geçen ayın 38. celsesinde, bu yıl locaya bir ihtiram reisi seçilmeniz oy çokluğu ile vaki olmuştur. Bundan dolayı sizi tebrik ederim. Şimdiki muhterem reisin emri ile siz kardeşimizi bu ayın gelecek Cuma günü güneş kavuştuktan sonra Arabi saatle 2’de icap eden mutat terkiz tamamlandıktan sonra kadumu teslim almanız için bu loca yerinde bulunmaya davet eylerim. Sonra bu ayın 10. Perşembe günü akşamı alafranga saat ile 6’da muhterem loca konkardiye reisinin tekrizi olacaktır. Yapılacak işlere iştirak etmeniz için mezkûr günde teşrifiniz rica olunur. Her iki halde de elbiseniz siyah, boyun bağı ve eldivenleriniz beyaz olacaktır.”
Cemaleddin Efgânî’nin bir panislamist olduğu söylenmektedir. Lakin bu da bir aldatmacadan başka bir şey değildir: “
“Efgânî; Mısır, Hindistan, Osmanlı ve birçok Avrupa ülkelerinde farklı siyasi hareketlerin veya oluşumların içine giren, birçok siyasi şahsiyetlerle temas kurup onları etkileyen Cemaleddin Efgani, Panislam ideolojisinin kurucusu ve ideologu olarak kabul edilir. İlk defa Afganistan’da siyaset sahnesinde görülen Efgani, kendisini İstanbullu Seyyid olarak tanıtarak, Afgan liderleri arasındaki kavgaya katılmış, desteklediği taraf yenilince Hindistan’a, Mısır’a ve İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’dan çıkarıldıktan sonra Mısır’a dönmüştür. Hidiv İsmail Paşa’ya, hidivlikten feragat etmeyince Abduh ile beraber suikast düzenlemiştir. Yaralı olarak kurtulan paşa hidivlikten ayrılmış ve Efgani’nin mensup olduğu mason locasına bağlı olan Tevfik Paşa yeni hidiv olmuş. Yeni hidiv Efgani’nin baskılarına bir süre dayanabilmişse de daha sonra Mısır’dan sürgün etmiştir. Bir müddet Hindistan’da kalan Efgani, daha sonra Paris’e gitmiştir. Paris’te Ürvetü’l Vüska’yı çıkarmaya başlıyorlar. Bu dergideki çelişkiler için Fevzi bin Abdüllatif Gazal şöyle demektedir: “… Efgani, Mısır’da doğuluların birleşmesi için de çağrıda bulunmuştur. Çünkü, halkın buna hasret duyduğunu ve bundan sahifeler dolusu sözler ettiğini görüyordu. Etrafına bakarak Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi karışımını müşahede ediyordu. Bunun üzerine “Mısır Mısırlılarındır” sloganıyla, Mısır milliyetçiliğine çağrıda bulunmaya başladı. İleride Edip İshak’ın tanınmış Hıristiyan olmasına rağmen buna nasıl çağrıda bulunduğunu göreceğiz.
İslam birliğine daveti ise Avrupa’da başlamıştı. Bu sırada masonluk gibi gizli kuruluşlara bağlı olan bir gizli kuruluşa ait Urvetü’l Vüska isimli mecmuasını yayınlıyordu.
Bu sebeble diyebiliriz ki, Cemmaleddin kendisi çizmiş olduğu çizgiden sapmayıp, duruma göre söz etmekteydi. Her makam için bir söz vardır.
Her halükârda Cemaleddin iki dâvet arasında bocalayan bir merhaleden geçiyordu. Neticede ikincisinde istikrar bulmuş. Zira o devirde bazı İslam devletlerinin kendi milliyetçilikleriyle tutunmaya ve milliyetçilikler arasında mücadelenin artmaya başladığını görüyordu.” 1
Sultan İkinci Abdülhamit Han: “Hilafetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgânî adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Cemalettin Efgânî’yi yakından tanırım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilîk iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti, buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı.”2
Cemaleddin Efgânî, tuhaf bir şekilde hem Türk hem Arap milliyetçileri tarafından hep saygıyla yadedilmiştir. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabında: “Efgânî, Türk kavmiyetçiliğinin imamları arasındadır.” demiştir. Mehmet Emin Yurdakul onun hakkında şöyle demiştir: “Beni o yoğurmuştur; eğer ruhların ebediyet ve lâyemutluğu varsa, derim ki, o, etlerini, kemiklerini Maçka Mezarlığının topraklarına bırakmış ise, ruhunu bana yadigâr etmiştir. Cemaleddin’in ruhu bende yaşıyor.”3 Arap diyarlarında, Arap milliyetçiliğini körükleyen, Osmanlı’ya karşı ahaliyi kışkırtanlar, buralarda Türk kavmiyetçiliğini aşılamışlar ve Araplar aleyhine iddialarda bulunmuşlardır. Acaba neden?
Cemalettin Efgânî, Ernest Renan’la giriştiği bir münazarada Renan’a yazdığı mektupta şöyle demektedir: “İlmin tekâmülünde İslam’ın bir mani teşkil ettiği doğru ise de, bu maninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? İslam bu mevzuda diğer dinlerden hangi cihetle ayrılır? Bütün dinler kendi bünye ve üsluplarına göre müsamahasızdırlar. Hıristiyanlığın telkinleri ve doktrinleri neticesinde meydana gelmiş cemiyet hür ve serazad terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Hâlbuki İslam cemiyeti henüz dini vesayetten kurtulmamıştır.” Sanırım Efgânî’nin tüm düşüncelerini ortaya koyan bu ifadelerine ciltler dolusu verilecek cevap yerine, kendisini Müslüman addettiği için yalnızca susarak ve onun adına utanarak cevap vermek kâfidir.
Çocukluğunda İran’ın Kazvin ve Tahran medreselerinde gençliğinde Irak’ın Kerbela ve Necef kentlerinde dil ve felsefe dersleri görmüştür 1868 de Afganistan’dan sınır dışı edilince Paris, Londra, Rusya gibi yerleri dolaşmıştır. Onun 1960’dan sonra İranlı bir Şii olduğu anlaşılmıştır. Ehl-i Sünnet düşmanı olarak Vehhâbî hareketini desteklemiştir. İngilizler onu Sudana Mehdi olarak göndermek istemiştir. Rus çarından Osmanlı Sultanına kadar tüm devlet büyüklerine menfaat için yaklaşmıştır. Efgânî’ye ait bir şiir:
“İngilizler benim Rus olduğuma inanır.
Müslümanlar ise Zerdüşt olduğuma.
Sünniler beni Şii zanneder.
Ve Şiiler Ali’nin bir düşmanı.
Dört mezhepten bazıları Vehhabî,
Erdem sahibi bazı imamlar Bâbi,
İnananlar bir materyalist,
Dindarlar takvadan yoksun bir günahkâr,
Âlimler hiçbir şey bilmeyen bir cahil,
İnananlar inançsız bir günahkâr,
Ne inançsız beni kendisine çağırır.
Ne de Müslümanlar kendisine addeder.
Camiden kovulmuş ve kiliseden uzaklaştırılmış ben,
Kime güveneceğimi ve kiminle kavga edeceğimi şaşırdım.
Birini ret için diğerini kabul şart.
Birini kabul diğer taraftaki dostları düşman ediyor.
Kaçmaktan kuşatılmaktan ve bir guruptan kurtuluşun bir çaresi yok.
Diğer taraftan kavga edebilmek için sabit bir mekânım yok.
Elleri bağlı ve ayakları kırık ben Kâbil’de Bâlâ Hisar’da,
Oturmuş bilinmezlik perdesinin bana ne hazırladığını.
Ve bu hain semanın yedeğinde bana nasıl kader gizlediğini
Görmek için bekliyorum…”4
Cemaleddin Efgânî’ninin neredeyse hiç normal bir hareketi yoktur. Mısır’da ikamet ettiği yer bir Yahudi mahallesiydi. 1897’nin Mart ayında Nişantaşı’nda Sultan II. Abdülhamid Hân’ın tahsis ettiği köşkte çene kanserinden dolayı ölür. Maçka’da Şeyhler Mezarlığına gömülen Efgânî’nin kabri 1927 senesinde yakın dostu Amerikalı Mr. Chales Crane tarafından mermerlerle kaplanır. 1944 senesinde Afganistan’ın Kâbil şehrine götürülür.
2-MUHAMMED ABDUH
Riyad’da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed Üniversitesi’nde yaptığı doktora tezinde Cemaleddin Efgâni’in baş talebesi Abduh’u şöyle anlatır: ‘… İngilizler Mısır’da Abduh’u ciddî anlamda desteklemiş ve bir ‘dîn ıslahatçısı’ olarak öne çıkarmışlardır. İslâm dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh’u, Mısır müftülüğü makamına atamışlardır.
Çünkü Mısır, Ezher’e ev sahipliği yaptığı için tüm İslâm dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh’u aktör yaptıkları bu ifsad projesi, Mısır’da tutarsa İslâm dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen Şeyh-ül İslâm Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfü’l-Aklisimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi’nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.” Kaynak: Rıhle Dergisi, sayı. 5-6.
Les Francomaçons s.127’de şöyle der: Efgâni’den sonra Abduh da masonluğa çok hizmet etti. Abduh ayrıca fâizi mübah gören, Kur’ân’ı mahluk kabul eden şeytan, cin ve mucîzeleri inkar eden bir kimsedir.
Hadîs âlimi Muhammed Avvâme: “Efgâni ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hâdise anlatılır. Efgâni’nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı ve içinde çok özel belgeler bulunan bir çantası vardır. Bir defasında geceleyin Tahran’da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid’den bir haber gelir. Sultan, Efgâni’yi çağırmaktadır… Efgâni apar topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam, çantayla ilgili dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda târihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Efgâni’nin, 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Efgâni’nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.
Başka bir belge, Muhammed Abduh’un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh’u Mısır halkı nezdinde popüleritesini artırması için -İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan’a sürdüklerinde mektubu buradan yazmıştır. Muhammed Abduh diyor ki: “Biz, senin sağlam yolundayız. Dînin başını yine dînin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin.” Çantada daha birçok belge vardır.
MUHAMMED ABDUH’UN SİYONİST DOSTU – Yusuf Hanif
Muhammed Abduh’un Siyonist Dostu – Richard James Horatio Gottheil
Muhammed Abduh, devrindeki pek çok mezhebsiz/modernist gibi garblı mütefekkirlere husûsî bir alâka duymuş, bâzısıyla bizzat görüşmüş, bâzısının da eserlerini okumuş, terceme etmiş ve fikirlerinin te’sîrinde kalmışdır. Ya’ni Avrupa’nın müstesnâ bir yeri vardır şeyxin hayâtında. O kadar ki, ‘rûhunu yenileme’ fırsatını ancak oralarda bulur! Charles C. Adams’ın ifâdeleriyle:
“İlki kendi planlamasıyla değil de şartların sevkiyle gerçekleşen Avrupa seyahâtlerini öylesine teşvîk edici ve kıymetli buluyordu ki, müteâkib seneler her ne zaman –kendi ifâdesiyle– ‘rûhunu yenileme’ ihtiyâcı hissetse defeâtle Avrupa’ya gitmişdir (el-Menâr, 8.c., 466.s.). Abduh devâm ediyor, ‘Avrupa’ya her zaman Müslümanların mevcûd hâlini iyileşdirme ümîdiyle gitdim.’
Fakat memleketine döndüğünde, karşılaşdığı meşakkatlerin cesâmeti ve kendi insanlarının inatçılığı, fütursuzluğu ve gevşekliği bu ümidlerini zayıflatmışdır. ‘Hâlâ’, diyor Abduh, ‘ne zaman Avrupa’ya gidib de orada bir-iki ay kalacak olsam bu ümidlerim yeniden canlanır ve imkânsız gördüğüm muvaffâkiyet artık bana kolay gibi gelir’ (el-Menâr, 8.c., 466.s.).”[1]
Böylesine bir garb hayrânının garblı dostlarının da olması gâyet tabiîdir.
Nitekim şeyxin müstemleke vâlisinden ajanına, masonundan siyonistine, İslâm‘cı’sından kavmiyyetçisine, xıristiyanından yahûdisine ilh. kırk türlü çevreden ahbâbı, dostu, yârânı olmuşdur.
Denebilir ki şeyx, bu çorba networküyle dinler ve sâir haşerât arası diyaloğun erken bir numûnesini sergiler gibidir. İsmâ‘îl Kara beye göre bu durum “Abduh’un tesirlerinin ne kadar etkin ve yaygın olduğunu gösterir”miş.[2] El-hâq öyledir.
Meselâ, aşağıda da bahsedeceğimiz üzere şeyx, siyonistleri bile bu ‘etkin ve yaygın te’sîr sahâsı’na dâhil edebilmişdir! Fakat burada mes’ele, böylesi bir te’sîr sahâsının müfti, muslih, müfessir, müctehid, mü(te)ceddid, mütekellim, feylesof ilh… bir Abduh için ne ifâde etdiği olmalıdır. Ne yazık ki İsmâ‘îl bey bu mes’elelere temâs etmiyor. Abduh’un böylesine farklı ve zıt çevrelerin hüsn-i teveccühüne mazhâr oluşunun, ya’ni te’sîr sahasının genişliğinin elbet de bir îzahı olmalı. Öyle ya, acabâ Abdullah Cevdet ve emsâli a’dâ-yı dîn, Abduh gibi bir İslâm “âlim”inde nasıl bir cevher gördüler de ondan müteessir oldular?[3]
Cevâbı verilmesi gereken soru budur. Bizce bu teveccühün sebebini İslâm’ı sâdece bir “araç” olarak gören ve kullanmak isteyen modernist siyâsetde aramalıdır. A. Cevdet’in aşağıdaki satırları bu siyâsetin menfûr gâyesini beyân ediyor: “Esbâbını taharrî zâid olan ba’zı müessirât netîcesi olarak Müslümânların ekseriyyeti Müslümân olmayan medeniyyete mu‘ârız ve muxâlif görünüyor, ânı qabûl etmiyor ve bundan sonra da etmeyecekdir. Hâl bu ki ‘aynı esâsât-ı medeniyyeyi Müslümânlar bir zümre-i münevvere-i İslâmiyyenin elinden axz ve telaqqîde hîç bir muxâlefet etmeyeceklerdir.”[4]
Mes’ele, bu “zümre-i münevvere-i İslâmiyye”yi bulmakdı. Ondan sonrası kolaydı.[5] İşte Abduh ve emsâli zevât, sözümona bu münevver zümredendiler. Bu sebeble aynı siyâseti tervîc eden Garblılar indinde de hayli i’tibâr ve şöhret sâhibiydiler. Meselâ İngiltere’nin Mısır müstemleke vâlisi Lord Cromer (Evelyn Baring), Abduh’u ve bânisi olduğu fikrî mektebi her türlü teşvîk ve desteğe lâyık görür, mensuplarını Avrupalı reformcuların tabiî müttefîki sayardı.[6] Nitekim kitâbında da şeyi yıllarca teşvîk etdiğini, vakitsiz ölümüne herkesden ziyâde kendisinin üzüldüğünü yazar.[7]
Arapları “Türklerin boyunduru”ğundan kurtarmak için hayli çırpınmış ve Cemâleddîn Efgânî ile birlikde Osmanlı Hilâfetine karşı Arap Hilâfeti fitnesini körüklemiş[8]; İslâm’da reform da’vâsına kendini adamış ve bu uğurda hayli mürekkeb isrâf etmiş[9] İngiliz fahrî ajanı Wilfrid Scawen Blunt da Abduh’a fevkalâde derin muhabbet besleyen ve hatta onu kendine hoca seçen garblılardandır.[10] Nitekim Abduh’dan öğrendiklerini The Future of Islam nâm İslâm reformu ile ilgili türrehâtını da hâvî eserinde tecessüm etdirir.[11] Tıpkı Cromer gibi o da hiçbir desteğini esirgemez “en azîz dostum” dediği[12] Abduh’dan. Meselâ Abduh Urâbî isyânı sebebiyle mahkûm olunca Urâbî, o ve diğer mahkûmların müdâfaâsını yapmak üzere İngiltere’den husûsî bir avukat getirtir.[13]
Şeyle çok samîmi olduklarını, birbirlerinden hiçbir şeyi gizlemediklerini ifâde eden Blunt[14] ona daha da yakın olabilmek için kendi arâzisinden bir dönümlük arsa da erir. Abduh da oraya yazlık inşâ eder.[15] Burada hatırlanması gereken mühim bir husûs, birbirleriyle kedi-köpek misâli kavgalı olan Lord Cromer ile Wilfrid Scawen Blunt gibi adamların[16] en büyük müştereklerinin Abduh olmasıdır!
Tıpkı bunlar gibi, kırk yıl bir kazanda kaynatılsalar aslâ biraraya gelmeyecek daha nice unsurlar şeyin networkünde biraraya gelebilmişlerdir. İşte bunlardan –tetebbuâtımıza nazaran– bugüne kadar adından hiç bahsedilmemiş biri daha var ki, şeyxin te’sîr sahâsının fevkalâde “etkin ve yaygın” olduğunu bir kez daha te’yîd ediyor. Mevzû-i bahs kişi Richard James Horatio Gottheil’dır. Gottheil Sâmi dilleri mütehassısı olmakla iştihâr etmiş bir müsteşriqdir. Fakat Gottheil’ın bir şöhreti daha var ki, o da faâl bir siyonist olmasıdır! Gottheil’ın Abduhla olan münâsebetine ve ona beslediği derin muhabbete geçmeden evvel kendisinden bir nebze de olsa bahsetmek faydalı olur diye düşünüyorum.
Siyonist Müsteşrik Richard Gottheil Columbia külliyesi Sâmi dilleri âlimi olan Richard James Horatio Gottheil (1279-1355/1862-1936), Amerika’nın siyonist liderlerinden olan meşhûr reformcu haham Gustav Gottheil’ın oğludur. Richard Gottheil Amerika’daki Yahûdi çevrelerinin ma’rûf sîmalarından biri olub “American Federation of Zionists”in reisliğini ve “American Jewish Historical Society”nin de reis muâvinliğini yapmış, faâl ve âteşîn bir siyâsî siyonistdir.
Siyonist bir cem’iyyet olan “Zeta Beta Tau Fraternity”nin bânisi, “Jewish Institute of Religion”ın da müessislerindendir.[17] “Federation of Zionist Societies of Greater New York” 1898’de onun liderliğinde teşkîl olunmuşdur.[18] Amerika’yı ciddî ma’nâda siyâsî siyonizmle tanıştıran mühim şahsiyyetlerden biri de odur.[19]
Theodor Herzl’in siyonist da’vetine icâbet eden ilk zevât arasında da yer alır.[20] Siyonist cereyânı neredeyse bitirecek derecede şiddetli ihtilaflara ve münâkaşalara sebeb olan “Uganda mes’elesi”nde[21] Herzl’e destek vermiş nâdir şahsiyyetlerdendir.[22]
Harb-i Umûmî’de de Müttefiklere verdiği açık ve harâretli destekden dolayı Chevalier de la Légion d’Honneur nişânıyla taltîf edilir (1337/1919).[23] Siyonizm’in târihine dâir İngilizce ilk eserleri veren kişi de yine Gottheil’dır; Zionism (1332/1914), bu miyandaki meşhur te’lîflerindendir.[24]
Gottheil Abduhla 1311’de (1894) İsviçre’de tanışır. Şeyx, Evien les Bains’ın şifâlı sularından istifâde etmek için gitmişdir oralara. Daha sonra da Mısır’da görüşürler. Gottheil, baş Müfti olmuş Abduh’a arz-ı ihtirâm eder. Peki böylesi gayretli bir siyonist, bugün bize büyük mücâhid, müctehîd ve hatta hızı alamayanlara göre mü(te)ceddid diye takdîm edilen Abduh’a ne diye muhabbet besler dersiniz? Acaba Abduh gibi reformculara duyulan bu alâka, reformcu bir babanın oğlu olmakdan mı kaynaklanıyor?
Bunun ipuçlarını, Gottheil’ın aşağıda hülâsâsını vereceğimiz yazısında bulmak mümkündür diye düşünüyorum. Gottheil Abduh’un vefâtı üzerine “Müteveffâ Mısır Müftisi Muhammed ‘Abduh” serlevhâsıyla neşretdiği mevzû-i bahs makâlesini[25] şeyxin hâtırası büsbütün nisyâna terkedilmesin diye yazdığını, malzemesini de bizzat Abduh’dan ve Abduh’un gözde talebelerinden ve aynı zamanda da kendi hocası olan Ahmed Ömer el-Mahmasânî’den[26] aldığını ifâde ediyor.[27] Siyonist Gottheil’ın Abduh’u Gottheil yazısına, mezhebsizlerin klasik retoriğine fevkalâde benzer bir şekilde İslâm dünyâsının perişân ahvâlinden bahsederek başlıyor.
Ona göre İslâm dünyâsının târihde bugünkü kadar güçsüz ve öncü dimâğlardan mahrûm olduğu zamanlar azmış. Avrupa’dan Afrika’ya, Asya’dan Polenezya’ya –İslâm devlet veyâ medeniyetinin hangi köşesine bakarsanız bakın– devlet idâresinde, felsefede, hukukda veyâ edebiyatda bir zamanlar medeniyyete rehberlik etmiş ve şeref vermiş usta dimâğlar artık yokmuş.
Hakîki ilim mahsûlü eserler hiç bugünkü kadar nâdir, Arab tefekkürü hiç bu kadar sessiz değilmiş. Müslümanlar ömürlerini şerh, muxtasar, tekmile, telxîs ve zeyl yazmakla heder ediyorlarmış. Bulak, İstanbul, Kazan veyâ Fez’deki matbaalar ya ticârî endîşelerle eski kitapları, ya da muâsır muharrir müsveddelerinin kıymetsiz risâlelerini tab’ ediyorlarmış. Hâsılı kalem, Müslümanların elinden yabancıların eline geçmiş. İslâm târihini ve ilâhiyâtını artık Müslümanlar değil bu yabancılar geliştiriyorlarmış.[28]
İşte ‘Abduh, bu ma’nevî/fikrî zillet karanlığında, daha muqaddes devirlerin an‘anesini ihyâ etme gayretiyle temâyüz etmiş ender şahsiyyetlerden birisiymiş.[29] Onun içindir ki “Muhammed ‘Abduh gibi mümtâz bir şahsiyyetle; masallarda ve hikâyelerde tasvîr edilen o en saf Arabların bütün bir asâleti ve zerâfetiyle mücehhez, herkese karşı munsif ve âdil, hakîkatde ve ziyâdesiyle fukarâperver, nâzik ve kibar bir adam ile dostluk kurmak, bu imtiyâza sâhib olanlar için nâdide bir hâtırâ”[30] imiş. Bu medh u senâdan sonra şeyhin târihce-i hayâtı, Mısır’ın siyâsî ve iktisâdî ahvâli anlatılıyor.[31]
Ezher külliyesine modern bir ruh aşılamak husûsunda ‘Abduh’un yerini doldurabilecek kimseyi tanımıyormuş Richard Gottheil![32] Gottheil, Abduhla ilk kez onun İstinaf Mahkemesi reisliği sırasında tanışmış. Şeyx 1311’de (1894) Evien les Bains’ın şifâlı suları için İsviçre’ye gitmiş. O sıralar Arabca’dan başka lisân bilmezmiş. Gottheil 1322’de (Şubat 1905) hürmetlerini beyân için şeyxi Ezher’de ziyârete gittiğinde Abduh mükemmel bir Fransızcayla “dokuz yıl kadar evvel İsviçre’de New Yorklu bir profesörle tanışmıştım.” demiş.
Abduh’un zamanla Fransızca’yı gramer i’tibâriyle kusursuz bir şekilde ve hemen hemen bir Parisli aksânıyla konuşacak kadar iyi öğrendiğini söylüyor. Fakat bundan da ötesi, sıradan Mısırlılar gibi Avrupa’nın dış görüntüsüne aldanmayıp muâsır medeniyete nüfûz edebilmiş olmasıymış. “Muhammed Abduh ciddî bir hayat sürdü ve tefekkürün muâsır Avrupa’daki inkişâfını ciddî bir şekilde tedkîk etdi. Molière ve Victor Hugo’yu, Schiller ve Goethe’yi, Kant ve Schopenhauer’i okudu: ve onunla Sünnîliğin [Mohammedan orthodoxy] mustahkem kalesi olan Dâru’l-‘Ulûm’un mukaddes salonlarında oturur yepyeni hayâtına dâir sohbet ederdik.”[33] Şeyxin bu “yepyeni hayatı”, mezkûr garblıları okumakdan hâsıl olmuş olmalı!?
Gottheil Abduh’un tefsîrinden de bahseder. Onun tefsîri, mu’tâd tefsirleri biçimsizleştiren ve çarpıtan sarfî ve dînî tekebbürden ve ölçüsüz tahrîflerden âimiş! Yorumlarında muâsır bir ruh varmış ilh…[34] İşte siyonist müsteşriq Richard Gottheil’ın Abduhla ilgili şehâdeti. Bilmem ki başka söze hâcet var mı?
Dipnotlar
[1] Charles C. Adams, Islam and Modernism in Egypt: A Study of the Modern Reform Movement Inaugurated by Muhammad ‘Abduh, University of London Press, London, 1352 (1933), 67.s..
[2] İsmail Kara, Amel Defteri, Kitabevi nşr., İstanbul, 1419 (1998), 203.s..
[3] Bkz. Doktor ‘Abdullah Cevdet, “Emvât-ı lâ-Yemût: Şeyx Muhammed ‘Abduh”, İctihâd, (Kâhire ve Cenevre), 11. ‘aded, 1. sene, Safer-Rebî‘u’l-evvel 1324 (Nisan 1906), 163-165.s.; Doktor ‘Abdullah Cevdet, “Şâhzâde Şeyxu’r-Reîs Hazretleriyle Mülâqât”, İctihâd, (İstanbul), 126. ‘aded, 5. sene, 15 Kânûn-i Sânî 1330 (1915), 447. Kezâ M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal nşr., İstanbul, trz., 137-138, 151, 184, 191, 339.s..
Şükrü beye göre Cevdet, “İslâm’ı muâsır ilim ve materialism ile âhenk içerisinde yeniden yorumlayacak yeni bir Abduh olma hayâlleri kurar”mış (M. Şükrü Hanioğlu, “Blueprints for a Future Society: Late Ottoman Materialists on Science, Religion, and Art”, Late Ottoman Society: The Intellectual Legacy, ed. Elisabeth Özdalga, RoutledgeCurzon, London, 1426 [2005], 53.s., kezâ 54 ve 62.s.).
[4] Abdullah Cevdet ile yapılmış ve Le Reveil de la Turquie’de neşredilmiş bir mülâkatdan nakleden Celâl Nûri (İleri), İttihâd-ı İslâm: İslâm’ın Mâzisi, Hâli, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matba‘ası, İstanbul, 1331 (1913), 378-379.s..
[5] Bu siyâsetin bizim târihimizdeki baş mümessilleri Jön Türklerdir, bkz., M. Şükrü Hanioğlu, Abdullah Cevdet, 129-158.s.; aynı mü., The Young Turks in Opposition, Oxford University Press, New York, Oxford, 1415 (1995), 200-203.s.; aynı mü., “Garbcılar: Their Attitudes Toward Religion and Their Impact on the Official Ideology of the Turkish Republic”, Studia Islamica, 86, 1418 (Ağustos 1997/2), 133-158.s.; aynı mü., “Blueprints for a Future Society”, 39-44, 49-67.s.; İsmail Kara, Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergâh nşr., İstanbul, 1423 (2003), 30, 56-59.s..
[6] The Earl of Cromer, Modern Egypt, 2.c., The Macmillan Company, New York, 1916, 180.s..
[7] Bkz. a.g.e., 2.c., 180-181.s./1. hâşiye. Cromer’ın târihce-i hayâtı için bkz., Roger Owen, Lord Cromer: Victorian Imperialist, Edwardian Proconsul, Oxford University Press, 1425 (2005).
[8] Bkz. Wilfrid Scawen Blunt, Secret History of the English Occupation of Egypt: Being a Personal Narrative of Events, Alfred A. Knopf, New York, 1340 (1922), 61, 68.s.; aynı mü., Gordon at Khartoum: Being a Personal Narrative of Events in Continuation of “A Secret History of the English Occupation of Egypt”, Stephen Swift and Co., Ltd., London, 1329 (1911), 492.s..
Kezâ ve mutlakâ Malatyalı Muhammed Reşâd, Cemâleddin Efganî Etrafında Makaleler, (Bedir nşr.), İstanbul, 1416 (1996), 140-141, 149-157.s.; Nikki R. Keddie, Sayyid Jamāl ad-Dīn “al-Afghānī”: A Political Biography, University of California Press, Los Angeles, 1391 (1972), 229-246.s..
[9] Bkz. Wilfrid Scawen Blunt, The Future of Islam, Kegan Paul, Trench & Co., 1, Paternoster Square, London, 1299 (1882), husûsiyle 132-173.s.. Blunt “Gayr-i kâbil-i cerh otorite” şeklinde tavsîf etdiği Şerî‘at-ı Ğarrâ’yı reformun önündeki en güçlü engel olarak görür (a.g.e., 161.s.). Ayrıca Michael Denis Berdine, “The Accidental Tourist, Wilfrid Scawen Blunt, Islamic Reform and the British Invasion of Egypt in 1882”, Ph.D., The University of Arizona, 1421 (2001).
[10] Abduhla ilgili sitâyişkâr ifâdelerine bir misâl için bkz. Wilfrid Scawen Blunt, Secret History, 80.s., mezkûr kitâbın ii. sâhifesi Abduh’un İngiltere’de Avam Kamarası’nın önünde çekildiği fotoğrafla “tezyîn” edilmiş! Fotoğrafın hikâyesi şurada: Wilfrid Scawen Blunt, Gordon at Khartoum, 272.s.. Blunt’ın târihce-i hayâtı için bkz. Elizabeth Longford, A Pilgrimage of Passion: The Life of Wilfrid Scawen Blunt, London, Granada Publishing Ltd., 1402 (1982).
[11] Wilfrid Scawen Blunt, Secret History, 80-81.s.: “With him [Abduh, y.h.] I discussed (…) most of those questions I had already debated with his disciple, and between them I obtained before leaving Cairo a knowledge really large of the opinions of their liberal school of Moslem thought, their fears for the present, and their hopes for the future. These I afterwards embodied in a book published at the end of the year under the title of “The Future of Islam.” ”
[12] Wilfrid Scawen Blunt, My Diaries: Being a Personal Narrative of Events 1888-1914, 1.c., Alfred A. Knopf, New York, 1341 (1923), 338.s..
[13] Bu avukat A. M. Broadley’dir, bkz. A. M. Broadley, How We Defended Arábi and His Friends: A Story of Egypt and the Egyptians, 2. tab’, Chapman and Hall, Limited, London, 1301 (1884), 2-3, 110-112, 200, 227-237, 291.s..
[14] Wilfrid Scawen Blunt, My Diaries, 1.c., 138.s.; 2.c., 88.s..
[15] Bkz. Wilfrid Scawen Blunt, My Diaries, 1.c., 138, 338-339.s..
[16] O kadar ki, Blunt, Cromer’ın istifâ haberi geldiğinde zil takıp oynar âdetâ, bkz., Wilfrid Scawen Blunt, a.g.e., 2.c., 167.s..
[17] “Gottheil, Richard James Horatio (1862–1936)”, Encyclopedia Judaica, CD-ROM Edition, Version 1.0, Judaica Multimedia Ltd., İsrâil, 1417 (1997); Cengiz Kallek, “Gottheil, Richard James Horatio”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 14.c., T.D.V. nşr., İstanbul, 1416 (1996), 119-120.s..
[18] Jehuda Reinharz, “Zionism: Zionist Organization: In the United States”, Encyclopedia Judaica, CD-ROM Edition, Version 1.0, Judaica Multimedia Ltd., İsrâil, 1417 (1997).
[19] Lloyd P. Gartner, “United States of America”, Encyclopedia Judaica, CD-ROM Edition, Version 1.0, Judaica Multimedia Ltd., İsrâil, 1417 (1997).
[20] Joshua Bloch, “Richard James Horatio Gottheil 1862-1936”, Journal of the American Oriental Society, 56/4, Ramazân–Şevval 1355 (Aralık 1936), 478.s..
[21] İngiltere’nin kendi idâresindeki Şarkî Afrika’da (bugünki Kenya) muhtâr bir Yahûdi kolonisi te’sîs edilmesi amacıyla Zionist Organization’a yaptığı teklîfe umûmen “Uganda Planı” deniyor, bkz. Alexander Bein, “Uganda Scheme”, Encyclopedia Judaica, CD-ROM Edition, Version 1.0, Judaica Multimedia Ltd., İsrâil, 1417 (1997).
[22] Jehuda Reinharz, a.g.m..
[23] Joshua Bloch, a.g.m., 476, 479.s..
[24] Te’lîfâtı için bkz., Ida A. Pratt, “Selected Bibliography of R. J. H. Gottheil”, Journal of the American Oriental Society, 56/4, Ramazân-Şevval 1355(Aralık 1936), 480-489.s..
[25] Richard Gottheil, “Mohammed ‘Abdu, Late Mufti of Egypt”, Journal of the American Oriental Society, 28.c., 1325 (1907), 189-197.s..
[26] “Şeyx Ahmed Ömer el-Mahmasânî el-Beyrûtî.” Gottheil başka bir maqâlesinde kendisinden yine hocası ve Ezher hâfız-ı kütüb muâvini diye bahsediyor, bkz. Richard J. H. Gottheil, “An Eleventh-Century Document concerning a Cairo Synagogue”, The Jewish Quarterly Review, 19/3, 1325 (Nisan 1907), 471.s.
[27] Richard Gottheil, a.g.m., 190.s. ve 1. hâşiye.
[28] Richard Gottheil, a.g.m., 189.s..
[29] Richard Gottheil, a.g.m., 190.s..
[30] A.y..
[31] Richard Gottheil, a.g.m., 190-196.s..
[32] Richard Gottheil, a.g.m., 195-196.s..
[33] Richard Gottheil, a.g.m., 196.s..
[34] Richard Gottheil, a.g.m., 197.s..
MEHMET AKİF ERSOY’UN AFGANİ VE ABDUH HAYRANLIĞI
Mehmet Akif, Cemaleddin Efgani ve onun talebesi Muhammed Abduh’u takdir eder ve kendisinin düşünce öncüleri olarak görür. Efgani ve Abduh’tan bazı makaleleri aralıklarla kendi gazetesinde yayımlar. Onlara olan bağlılığını da şöyle ifade ediyor:
Mısrın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh
Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le
Der ki tilmizine efganlı -Muhammed dinle
İnkilap istiyorum, başka değil, hem çabuk,
Öne bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak,
Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer,
Oradan âlem-i İslama Cemaleddinler.
İnkılab istiyorum ben de, fakat Abduh gibi…
Abduh Mısır müftüsü olarak büyük yankıya sebep olan bir çok fetvalar vermiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
-Başına tokmakla vurularak güçsüz kalan hayvan, ölmeden kesilirse eti yenilir.
-Şapka giymek caizdir.
Ayrıca semavi dinler arasındaki nefreti kaldırmak ve Avrupa’nın müslümanlar üzerindeki baskısını önlemek maksadına yönelik olarak, semavi din erbabını birbirine yaklaştırmak amacıyla bir dernek kurmuştur
Akif’in Safahat’ta Yer Alan Diğer İfadeleri:
İstibdat isimli şiirinde Halife-i müslimine diyor ki:
Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se,
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e.
Bir İslam halifesine mel’un diyene ne demeli?
Şeytana rahmet okutmak tabiri de çok çirkindir.
Abdülhamid han hazretleri tahttan indirildikten sonra da yine düşmanlığı bitmemiş, İSTİBDAT şiirini yazmıştır. Şiirinin başı şöyledir:
Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad,
Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yad.
Mülevves = Kirli, pis demektir. Mülevves yad = Kirli hatıra demektir.
Ortalık şöyle fena böyle müzebzep işler,
Ah o Yıldızdaki baykuş ölüvermezse eğer” (s. 402)
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim,
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Al-i Osmandan bu korkaklık edilmezdi ümid.” (s. 415)
“Ah efendim o ne hayvan o nasıl merkepti.” (s. 421)
“Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi.” (s 422)
Akif sadece Müslümanların halifesine dil uzatmakla kalmıyor, o halifenin yaratıcısına yani Allahü teâlâya da saldırıyor:
Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun,
Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun,
Mademki ey adl-i ilâhi, yakacaktın,
Yaksaydın ya melunları, tuttun bizi yaktın,
Yetmez mi musap olduğumuz bunca devahi?
Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?
Ya Rabbi, gâvurları yakman gerekirken Müslümanları yaktın. Bu nasıl ilahi adalet?
Bu şiirinin sonunda da Allah’a diyor ki:
Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir,
Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir.
Hun, kan demektir. Allah’a öğüt veriyor, bak zafer vermezsen şehidlerin kanı heder olacak, boşa gidecek diyor. Zafer olmasa bile şehidin kanı hiç heder olur mu hiç? Hâşâ Allah bilmiyor mu bunları?
Akif sadece Müslümanların halifesine dil uzatmakla kalmıyor, o halifenin yaratıcısına yani Allahü teâlâya da saldırıyor:
Ey bunca zamandır bizi tedib eden Allah,
Ey âlemi islamı ezen, inleten Allah!
diye başlayan şiirinde (Yeter artık çektirdiğin cezalar) diyor.
Allah’a böyle nasihat verilir mi hiç? Allah bize zulüm mü ediyor hâşâ? Herkese layık olduğunu veriyor. Bunun için, Nahl suresinin 33. âyet-i kerimesinde buyruluyor ki:
O kafirler, sadece kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin emrinin gelmesini beklerler, onlardan öncekiler de böyle yaptılar. Allah onlara zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Vehhabiler, Allah Arş’a istiva etti ayetinden, hâşâ Arş Allah’ın mekânıdır diyorlar. Akif de, Allah’a öğüt veriyor, Eğer bu zulümleri durdurmazsan, Arşın yanar, yani evin başına yıkılır diyor. Süleyman Nazif’e başlıklı şiirinde diyor ki:
Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı,
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
Lücce = deniz demektir. Rahmet denizin niye hissiz kalıyor diyor. Hâşâ Allah’ın hissi mi olur? Allah’ı da insanlar gibi sanıyor.
Firavun ile yüz yüze isimli şiirinin son satırında, vehhabiler gibi, evliyadan, yatırlardan yardım istemeye karşı çıkarak diyor ki:
Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli?
Vehhabiler Eshab-ı kiramın kabirlerindeki taşları söküp kabirlerini dümdüz ettikleri gibi, bu da yatırdaki zata leş diyor.
Bir de şehitleri överken yine türbelere çatarak diyor ki:
Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.
Yine bir şiirinde diyor ki:
Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an hakıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak nede fal bakmak için.
Kabirde Kur’an okunmaz mı? Kabirde okumayı fala bakmakla eş tutuyor.
Yine bir şiirinde diyor ki:
Doğrudan Doğruya Kur’an’dan Alıp İlhamı,
Asrın İdrakine Söyletmeliyiz İslam’ı.
Akif son olarak kendisini şöyle anlatıyor:
Dış yüzüm ağardıkça ağarmakta fakat,
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası.
Beni kendimden utandırdı şimdi hakikat,
Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası.
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitlerine isimli şiirinde şöyle der:
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
3- REŞİT RIZA
Asıl adı Muhammed Reşid Rıza’dır. 1865 yılında Lübnan’ın Kalemun kasabasında doğmuştur. 1935’de Kahire’de ölmüştür. Okumayı ve yazmayı Kalemun ilçesinde öğrendikten sonra Trablus’ta Türkçe öğretim yapan bir okula başladı.
Öğrenciliği sırasında Cemalettin Efganî ve Muhammed Abduh’un makalelerini okumuş ve oldukça etkilenmiştir. Abduh ile tanışmak gayesi ile Kahire’ye gitmiş, ama Cemaleddin Efgânî ölmüştü. 1898 senesinde Muhammed Abduh ile tanışabildi. Reformcu El-Menar dergisini çıkarmaya başladı. Devrin padişahı Sultan 2. Abdülhamit Han hakkında çirkin neşriyat yapıyordu. Osmanlı Şurası adıyla bir cemiyet teşkil edip, Hilafeti yıpratmaya çalışıyordu. Asr-ı saadetten beri hiç değişmemiş, aslı bozulmamış din bilgilerinde, kendi düşüncelerine uygun değişiklikler yapıyordu. Dergisinin kadrosu da dini ilimlere tam vakıf olmayan kimselerden meydana geliyordu. Üstadı Abduh’a bir sürü medhiye yazdı. 1912’de İstanbul’da Davet ve İrşad Cemiyetini kurdu. Bozuk fikirleri yüzünden dört yıl sonra kapatıldı.
El Muhaverat’ül Muslih ve’l Mukallid isimli kitabında Ehl-i Sünnete ve fıkıh kitaplarına saldırdı. Bu eseri de Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri adıyla, 1974 senesinde Türkçeye tercüme etmiştir. Reşid Rıza; bu kitabında dinde reformcu bir genç ile medrese tahsili görmüş bir vaizin konuşmalarını bildirmekte, bunların ağzından kendi fikirlerini yazmaktadır. Dinde reformcuyu, genç, ilerici ve mantıklı olarak, vaiz efendiyi ise gerici, taklitçi, aklı ermez, ince düşünemez biri olarak göstermektedir. Dinde reformcunun ağzından vaize nasihat vermekte, onu gafletten uyandırıcı pozu takınmaktadır. Nasihat olarak Ehl-i Sünnet âlimlerine saldırmakta, sapıkları ve mezhepsiz mülhitleri; geniş kültür sahibi ve İslam âlimi olarak tanıtır. Bu kitaptan vereceğimiz parçada nasıl itikadımızla oynandığını göstereceğiz:
“Muslih: Büyük Halife Ömer de birçok meselede Asr-ı Saadette câri olan hükümlere aykırı hükümler vermiştir. Mut’a nikâhı bunlardandır. Müslim ve diğerlerinin rivayet ettikleri Cabir hadisi gösteriyor ki; Hz. Peygamber ve Ebubekirdevirleri ile Hz. Ömer’in ilk yıllarında mut’a nikâhı geçerlidir. Bilâhare Hz. Ömer, Müslümanların fayda ve maslahatları için zararlı gördüğünden ictihadıyla bunu haram ilan etmiştir. Bu ictihadıyla o, Allah ve Resulünün emrine aykırı davranmış olmadı.” 1
Bu apaçık bühtandır. Çünkü Hz. Ömer (r.a.)’in mut’a nikâhını yasaklamasındaki mesnedi Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den işittiği son ve kat’i nehyidir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “İbn-i Ömer dedi ki: Ömer, halife tayin edildiği vakit bir konuşma yaptı. Konuşmasının bir kısmında şöyle dedi: “Peygamber (s.a.v.) üç defa bize mut’aya izin verdi. Sonra yasakladı. Yemin ederim ki hangi evli bunu yaparsa ben onu recm ederim. Ancak bir daha Resulullah (s.a.v.) tarafından helal kılındığına dair dört şahit getirirse o vakit kendisi recimden kurtulur.”2
Yine İbn-i Mâce, eserinin aynı sayfasında şu hadisi nakleder: “Ey nas, ben muvakkat nikâh için size izin vermiştim. Haberiniz olsun. Onu artık Allah kıyamete kadar yasak etti.” 3
Ve yine Muhaverat kitabında: “Faziletli, reformcu genç, Müslümanları saadete kavuşturmak için, sonradan ortaya çıkan taklid belasından kurtarmak, Kitaba, sünnete ve selefin yoluna sarılmalarını temin etmek istiyor. İlk zamanda koyun çobanları bile din bilgilerini doğruca Kitap ile sünnetten alıyorlardı.”
Muhaverat’ında şunları da dile getiriyor: “Ahireti görmedik ki, Şaranî’nin Mevkıf denilen yerin coğrafi konumuna ait sözlerini, Sırat, Mizan, Cehennem ve Cennet için yazdığı haritayı ortaya tatbik edelim. Biz bu gibi şeyler için Kitab, sünnet, akıl ve hikmet delillerinden hiçbir delile rastlamadık. Ne garipdir ki, sizin şeyhlerinizin çoğu, dünyanın en meşhur ve faideli coğrafyasından yüz çeviriyor, görülemeyen ahiret için haritalar çiziyorlar.”
Reşid Rıza; Hz. İsa (a.s.)’ın öldüğünü söylüyor: “Müfessirler ve diğer bilginler arasında meşhur olan görüşe göre Allahu Teâlâ, İsa Aleyhisselamı, semaya ruh ve cesediyle kaldırmıştır. Buna Miraç hadisesini delil göstermektedirler. Çünkü o gece, Peygamber (s.a.v.); İsa Aleyhisselamı ve teyzesinin oğlu Yahya (as)’ı ikinci kat semada gördü. Eğer bu, onun ruh mealcesed semaya kaldırıldığına delalet ediyorsa, Yahya (as)’ın vesair semalarda gördüğü diğer peygamberlerin de semaya kaldırılmasına delalet eder ki, böyle bir şeyi hiç kimse söylememiştir.” 4
İsa Aleyhisselam’ın semaya kaldırılmasına dair hangi âlim Miraç olayını delil getirmiştir? Biz bulamadık, herhalde Reşid Rıza’da bulamadığı için kaynak gösterememiştir.
Mucizeleri inkâr etmek yetmiyor yenilikçiler için, cinleri ve melekleri de tabiata uygun biçimde açıklaması lazım gelir. Reşid Rıza tefsirinde cinleri nasıl yorumluyor bir bakalım: “Kelamcılar: ‘cinler, hayat sahibi görülmeyen gizli cisimlerdir.’ derler. Biz Menar’da; defalarca: ‘Asrımızda mikroskoplarla görülen ve kendilerine mikrop denilen hayat sahibi gizli cisimlerin, cinlerden bir nevi oldukları doğrudur. Bunların birçok hastalıklara sebeb oldukları da sabittir.’” 5
Hâlbuki Hz. Allah, ayet-i celilede buyuruyor ki: “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yarattık. Canı da daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık.” 6
Hz. Aişe Validemiz (r.a.h.) tarikiyle gelen bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Melâike nurdan, cinler ateşten, Âdem ise size vasfedilen (topraktan) yaratılmıştır.”7
Eğer cinler hastalık mikrobuysa şu ayeti nasıl anlamak icab eder:
“De ki: Andolsun, ins ü cin şu Kur’an’ın benzerini getirmeleri için bir araya toplansa, yekdiğerine yarımcı olsalar yine onun benzerini getiremezler.”8
Allahü Teâlâ, hiç mikroplara kulluk mesuliyeti yükler mi? “Ben İnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” ayet-i celilesini, tefsir yazarken Reşid Rıza ve modernistler atlıyorlar mı acaba? Ve yine şu ayet-i kerime de cinlerin nefisleri olan birer varlık olduklarına delildir:
“Andolsun ki, ben cehennemi bütün insan ve cinden dolduracağım.” 9
Bir gece Resul-i Ekrem (s.a.v.), ashabıyla birlikte Ukaz havalisindeki Nahl denen mevkide sabah namazını kılarken Kur’an-ı Kerim ayetlerini yüksek sesle okuyordu. Çıkmaya men edildikleri gökteki inkılâbın sebebini araştıran bir grup cin oradan geçerken Peygamberimizi dinlemişlerdi. 10
Sihrin varlığını da inkâr eden Reşid Rıza şunları söylüyor: “Sihir bir ilim ve fendir, ancak görüş ve anlayış sahibi için olur. Onlar iman ettiler, çünkü onlar âlim, müstakil akıl sahibi, anlayış ve görüş sahibi kimselerdi. Sihir de onların ilimlerinden ve sinai fenlerinden talimle öğrenilen şeylerdendi…” 11
Lanetlenen sihri, modern bir ilim ve akıl sahibi kimselerin ilgi alanları gibi göstermek Müslümanlığın neresinde vardır. Hiç fen ilimleri lanetlenir mi? Ama sihirle uğraşanın dinden çıkacağı bildirilmiştir. Bir fen değil ancak habis ruhlu kişilerin meşgul olduğu bir melanettir.
Tefsirinde, Kur’an’ın müsaade buyurduğu taaddüd-ü zevcadı yani birden fazla kadınla evlenme iznini yasak ilan ediyor. 12
Reşid Rıza, günah-ı kebair işleyenlerin tevbe etmeden ölmeleri durumunda ebediyen cehenneme gideceklerini söyler. 13
Bütün modernistlerin ortak özelliği olan büyük imamlara ve Allah dostlarına düşman olmalayı, Reşid Rıza’nın tefsirinde de görüyoruz: “Şirkin bir takım çeşitleri vardır: En aşağı mertebesi, avam Müslümanların, hemen akıllarına gelen; Allah’tan başkasına rükû’ ve sücud gibi hareketlerle ibadet etmektir. En şiddetlisi ise, ‘Allah’a dua ediyoruz ve ondan şefaat diliyoruz’ deyip de, Allah’a onlarla vesile edinmek ve onları kendileriyle Allah arasında vasıta kabul etmektir.”14 Tevessül meselesini hem İbn Teymiyye hem de Tasavvuf Düşmanlığı başlıkları altında açıkladık.
El Menar dergisinde şunları yazar: “Bu dönemde toplum cahiliyet devrinden daha kötü bir cehalet içinde idi. Ağaca, taşa, hayvana, ölüye, diriye tapar, namaz kılmaz, zekât vermez, başkasının malını gasbeder, adam öldürmüş olmak için adam öldürürdü. Cenab-ı Allah bu topluma Şeyh Muhammed İbn-i Abdülvehhab’ı ve hafidini yolladı. Bunlar oralarda selefin akidelerini, esere dayanan tefsiri, hadis kitaplarını ve İmam Ahmed Bin Hanbel’in fıkhını neşretmek suretiyle İslam’ı yenilediler. Bu hareketin tesiri ile halk dine öyle sarıldı ki memleketlerinde namazı terkeden, zekâtını vermeyen, kötülüğü irkap eden kimse kalmadı.” Bu iddianın yanıtı için Vehhabilik ve İbn Teymiyye bölümlerini inceleyiniz.
Reşid Rıza, mezhep düşmanlığını Müslümanlara devamlı iftira ederek dile getiriyor: “Adam Muhammedi olmayı bırakıyor da Hanefî veya Şafiî oluyor ne tuhaf şey. Herhangi bir mezhebe bağlanan ondan başkasını görmez onun gözünde Kitap, Sünnet, din hâsılı hepsi o mezheptir’’15
“Zaten sen zannediyor musun ki, halk doğrudan doğruya mezhep imamlarını takip ediyorlar? Eğer böyle düşünüyorsan onların içine biraz gir hemen yanıldığını anlayacaksın. Bunların hepsi birbirini taklit ederler bunlar,itikât ve inanç konusunda bildikleri şundan ibarettir: Allah birdir ve göktedir. Peygamber semaya çıkarak Allah’ı gördü.”16 Tevhidin ve Miraç hadisesinin alenî alaya alındığı dikkati çekmiyor mu?
Reşid Rıza, mucizeleri inkâr eder ama kendi kerametlerini anlata anlata bitiremez: “1908 Osmanlı Anayasasını müteakip ziyaret için gittiğim Trablus’ta, er-Rafii’nin evindeydim. ‘Allah bilir ya, kar yağacağa benzer.’ dedim. Birkaç dakika geçmeden az bir kar yağdı. Hâlbuki bizim sahil bölgelere kar yağması nadir olaydı. Ama soğuk olurdu sık sık. O anda Kalmun’dan Ris Sayd Bahri orada idi. ‘Nereden bildin kar yağacağını?’ dedi. Ben de; ‘Bu bir ilim değil, soğuğun ve havanın durumundan gelen, bir şuurdur.’ dedim. Bu sefir: ‘Biz nelerle uğraşıyoruz?’ dedi. Yani demek istedi ki, denizciler bu işi daha iyi bilmesi lazım. Ve az sonra kar kesildi. Adam kalkıp gitmek istedi. Ben pek önemsemez edayla: ‘Allah bilir ya, kar tekrar yağacak gibi.’ dedim. Ve hemen başladı. Adam: ‘Peki ya bu?’ dedi. Ben de: ‘Bu da o.’ deyince adamın gözleri yaşardı.
Yine bu adam, ben Mısır’a hicret etmeden önce, bana o derece bağlanmış ve güvenmişti ki, oğlunun eğitimi ve geleceği hususunda bana danıştı. Ben de ne yapması gerektiğini ve nasıl olacağını tafsilatıyla anlattım. Ve kimseye söylememesini tembih ettim. Hepsi olduğu gibi çıktı.”17
Aynı eserinde, evliya düşmanı Reşid Rıza bakın kendisiyle alakalı ne diyor: “Evimizdeki hademeler, benim atığım olan yemeklerden teberrüken yerler ve sokağa çıktığımda da kadın ve çocuklar bana bakarak, Allah’ı zikredip, Peygambere salât ü selam getirirlerdi.”18
DAHA GENİŞ BİLGİ İÇİN: www.dintahripcileri.com ve www.dinimizislam.com
medyamit.com