ANALİZ HABER
ŞİA'NIN TÜRKİYE ŞUBESİ...
ALİ EREN
Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu…
Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret ettiğini geçen sayımızda anlattık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.
Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahluk, İslam büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:
1- Peygamberimiz’in (s.a.v.) diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman hakkındaki iftiraları şöyle:
“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.”
“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317)
Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslamın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslamı, “şiarlar” ve İslam rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlakî bağı, İslamdan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslam maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır. (s: 318)
2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e (r.a.) şöyle dil uzatıyor:
“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir Efendimiz (r.a.) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:
“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:
“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslam’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)
3- Hazreti Ali’ye karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir olmak üzere aşerei mübeşşereden olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:
“Ali’ye karşı beslenen kinler.”
4- Sıra geliyor Peygamberimiz’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali’nin (r.a.) üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:
“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
Peygamberimiz’i suçlamaya devam ediyor:
“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?”
“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)
Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?
5- Peygamberimiz’in (s.a.v.) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:
Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur. (s: 323)
6-Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)
Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç!
7- Hz. Resulüllah’ın hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:
“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)
Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir, (r.a.) “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (r.a.) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.
8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz’in şöyle söylediğini yazıyor:
“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem… (s: 329)
Hâşâ, Peygamberimiz’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor.
9- Hazreti Ömer’in, ashab-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333)
10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)
Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta israr ediyor.
Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…
4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:
“Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”
Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.
1- Daha başta zehirini kusuyo. Diyor ki:
“Ve yine biz, aynı yöntemle, İslam mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslam dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslamı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 8)
Değerli okuyucular, dinler arasında İslamı tek hak din olarak görmüyor muyuz? Şîayı da öyle görecek olursak, tek hak mezheb olarak da Şîayı görmemiz gerekecek. O zaman da, diğer dinlerin geçersiz olduğu gibi diğer mezheplerin geçersiz olduğunu söylememiz gerekecek.
2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat:
“Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9)
Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…
3- Müslümanları şöyle suçluyor:
“Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)
Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.
4- Bakın hacta tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:
“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)
Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan, hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.
5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:
a- Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor:
“Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.
b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.
c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.
d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.
e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.
f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)
Altı çizili yerlere dikkat.
g) “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)
Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.
h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.
i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…
j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor: “Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)
Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler.
İbrahim Aleyhisselam ile Peygamberimiz’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise olsa olsa imansızlık alâmetidir.
k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.
l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.
m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)
Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.
6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:
a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.
b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır…
c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.
d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor:
“Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)
Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.
f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu , yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.
g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)
Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.
h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir. Ondan sonra da farz olan ziyaret tavafı var.
i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)
Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.
7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.
Meselâ:
Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa, Ali kelimesi 5 defa, Hüseyin kelimesi 6, Hacer kelimesi 9 defa, Muhammed kelimesi 10 defa, Âdem kelimesi 21 defa, İsmail kelimesi 90 defa, İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselam” da yok…
ÜSLÜB-U BEYAN, AYNİ İLE İNSANDIR
Bu şahıs kim? Meydana inmiş ama gerçekten pehlivan mı yoksa “Tilki vadiyi boş bulunca valiliğini ilan edermiş” kabilinden biri mi? Bunları aşağıdaki satırlarda göreceğiz.
Bu kişi, “Meal-tefsir” adıyla basılan fakat meal de tefsir de olmayan “Kur’an Mesajı” isimli kitabı kaleme alan Muhammed Esed’i ve Muhammed Esed’in, bile bile yaptığı yanıltmaları görmek istemeyen kişidir.
Bu kişi, Sevgili Peygamberimiz’i anarken asla Aleyhisselam demeyen, “Hazret” demekten köşe bucak kaçan Ali Şerîatî isimli şiî, daha doğrusu şiîlerin bile reddettiği yazarı öve öve bitiremeyen kişidir.
Sevgili Peygamberimiz hakkında hürmetsiz ifadeler kullananları öven bu kişi, takdir edersiniz ki kendisi de Peygamberimiz’den bir “Hazret” kelimesini esirgeyecek ve yalın olarak sadece “Muhammed” diyecektir.
İşte bu kişi, “Üç Muhammed” kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’ndan başkası değildir.
Önceki sayılarımızda, onun övdüğü ve müdafaa ettiği Ali Şerîatî ve Muhammed Esed’den zaten bahsetmiştik. Bu sefer İslamoğlu’nun kendisinden bahsedeceğiz.
Hanefî mezhebinin hükümlerini “Ben Hanefîyim” diyerek çiğneyen ve milleti kandırmaya çalışan bu zat, bakalım “Ne ararsan derde devadan gayri” kabilinden ehl-i sünnete zıt neler yazmış neler söylemiş, görelim…
Kendisini, Akit Gazetesi’ndeki “Dağarcık” isimli köşesinde yazı yazarken, dağarcığında ne varsa ortaya döktüğü zamandan beri tanırım. Bir yazısında, (2/7/2000) İslâm âlimlerinin bin seneden fazla bir zamandan beri en mûteber 6 hadis kitabı içinde saydığı Tirmizî’ye dil uzatıyor, buna mukabil, Elbânî denilen sapığı da “Çağımızın hadis otoritesi” diye anıyordu. Bunun üzerine yazıları dikkatimi çekti, takip etmeye başladım.
Bir makalesinde, (25/9/2000) bir yazarın şu cümlelerine itiraz ediyordu:
“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dinî kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dinî kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Âyetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir.
Kur’anla dinî kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”
İslamoğlu her cümlesi doğru olan bu yazıya itiraz ediyordu. Ancak, bunlar yazarın uydurduğu şeyler değil, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri fıkhî hükümlerdi. İslamoğlu, asırlardır İslam âlimlerinin tekrar edegeldikleri bu fıkhî hükümleri bilmiyor değil kabul etmiyor, kabul etmemekle de kalmıyor bir de “Allah Allah! öğrenmiş olduk” diyerek dalga geçiyordu.
İtiraz ettiği yazar, “Kur’an abdestsiz okunamaz” demiyor, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını” yazıyordu. Çünkü, Kur’an’a dokunmadan, bakarak veya ezbere okumak câizdi ve buna kimsenin itirazı da yoktu. Ancak, İslamoğlu meseleyi başka tarafa çekiyor, “Kur’an abdestsiz okunamaz” denilmiş gibi ele alıyor itirazını da şöyle sürdürüyordu:
“Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Resûlüllah’dan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey okumadım, duymadım.”
Bu sözlerini okuyunca hayret sırası bize geliyor ve şöyle demek icap ediyordu: Allah Allah! Bu adam ne yazdığının da ne söylediğinin de farkında değil.
Değerli okuyucular, son cümlesine dikkat lütfen. İslamoğlu, “Resûlüllah’dan, sahabeden ve müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey duymadığını ve okumadığını” söylüyor.
Be adam, duymaman normal değil mi? Onların zamanında yaşamadın ki duyasın dememiz icap etmez mi!
Okumadığına gelince… Okumadın değil okudun ama, okuduğunu kabul etmiyorsun ki. Hangi fıkıh kitabına bakarsanız bakın, İslamoğlu’nun itirazının tersini yazıyor. Kitaplar meselenin doğrusunu yazıyor ama, okuyan kabul etmezse kitapların suçu ne!
Ama İslamoğlugiller telaş buyurmasınlar; onlar için fark etmez. Onlar Kur’an’ı istedikleri gibi okuyabilirler. Zira bu hükümler zaten onları değil İslam fıkhını kabul edenleri bağlar.
Ashabın büyüklerinden Selmân-ı Fârisî Hazretleri, babasının kim olduğunu soranlara “Ben İslamın oğluyum” dermiş. Zamanımızda da bazıları sözde İslamın oğludurlar. Kendilerinin İslamın oğlu olduğunu söyleyenlere, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demek isteriz. O kimse meselâ Yaşar Nuri nâm kişiyle paslaşan biriyse, mesele zaten anlaşılmış demektir. Onun İslam fıkhını kabulü beklenmez zaten.
Kim ne derse desin, Kur’an karşısında uyumayıp sabaha kadar ayakta duran Osman Gazi’nin torunlarının ruhunda Kur’an’a hürmet var bi kere. Abdestsiz dokunmak şöyle dursun, abdestli olsa bile bu millet Kur’an’ı göbekten aşağı tutmaz. Siz de kalkmış, derdiniz neyse Kur’an’a bu milleti abdestsiz dokundurmak istiyorsunuz…
İslamoğlu’nun, okuyucusunu kandırmak için ne usullere baş vurduğuna ibretle bakın. Önce yazdığını aktırıp sonra değerlendirmemize geçelim. Yazdıkları şöyle:
“Bilgime güvenmeyip, “Namazda abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”
Breh, breh, breh… Gördünüz mü büyük ve hassas âlimi. Tek mesele için ne kadar da kitap taramış:
400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynakları…
Hani argo bir söz vardır: Biraz küçük at da civcivler de yesin derler. İslamoğlu atıyor biz de yiyoruz tabii.
Anlaşılan, İslamoğlu böyle büyük bir araştırma için ne kadar bir zamana ihtiyaç olduğunu düşünmemiş. Üstelik hem böyle bir araştırma yapmış hem de abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmayı yasaklayan bir şey bulamamış(!). Kitaplarda görüp okuduklarının tamamını yok sayarsan elbette bulamamış olursun.
Onun bu sözlerine itiraz ettiğim için, bana telefonda açıklama yapıyor, “Bilgisayarda sadece 2 dakika alıyor” demişti. Demişti ama dediği doğru değildi. Çünkü, söylediği o 2 dakikayı gerçekten harcamış olsaydı, abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın yasak olduğunu görürdü.
Ancak ne var ki, taradım dediği kitapların hepsi CD ve internete aktarılmış olmadığı için o kadar kitabı taraması da imkansız. İmkansız ama ne yapsın ki okuyucularının gözünde büyük âlim görünmek uğruna, tek bir mesele için bu kadar kitabı taramış görünmek icap ediyordu. O da onu yaptı işte.
Değerli okuyucular, yukarıdaki altı çizili yere takılmaya lüzum yok. “Kur’an okurken” diye yazacağı yerde yanlışlıkla “Namazda” diye yazmış. Bir sonraki yazısında zaten bunun için özür diledi. Fakat esas özrü bile bile verdiği yanlış bilgilerden dolayı dilemeliydi. Hatta insanlardan özür dilerken Allah’dan da af dilemeliydi.
Şimdi geldik işin hem en mühim hem ibretlik hem gülünç tarafına. Bundan sonrasına lütfen ayrıca dikkat…
İslamoğlu hani “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulmayacağını öğrenmek için” 400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynağını taradığını söylüyordu ya. Taradığı kitaplardan birisi de İmam Süyûtî’nin El-İtkân isimli eseriymiş.
Bu eserden, “Kur’an okumanın âdâbı” başlığını taşıyan yerden birkaç satır tercüme etmiş. Orada “Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğu” yazılıymış. Aklınca bunu delil olarak ortaya koyuyor.
Oysa, Peygamberimiz eline Kur’an alarak değil ezbere okuyordu. Hatta sadece Peygamberimiz değil bütün ashab ezbere okuyordu. Niçin? Çünkü o zaman Kur’an henüz kitap haline getirilmemişti.
Değerli okuyucular! Bu kadarcık bilgiye bile sahip olmayan biri fıkhî bir meselede hüküm vermeye kalkışırsa buna ya acınır ya gülünür.
Biz esas gülünecek noktaya yeni geldik…
İslamoğlu, İmam Süyûtî’yi “Bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz” diyerek överken, sırtını kuvvetli bir duvara dayadığını sanıyordu. Ama bilmiyordu ki her âlim gibi bu zat da kendisinin söylediğinin tersini söylüyordu. İyi de bunu İslamoğlu niçin bilmiyordu?
Çünkü “Ben bu mesele için şu kadar bin eser taradım” derken doğru söylemiyordu İslamoğlu. Söylediği kadar çok eser taramadığı gibi, İmam Süyûtî’nın kaynak olarak gösterdiği El-İtkan isimli eserini bile taramamıştı. Tarasaydı bizim karşımızda bu kadar mahcup olmazdı. Öyle bir mahcup oldu ki demeyin gitsin…
“Madem o İmam Süyûtî’nin El-İtkan’ını kaynak gösteriyor, öyleyse biz de aynı kitabı kaynak olarak alalım” deyip baktık. El-İtkan’da şöyle yazmıyor mu:
“Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti.) Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir’ buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizî ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.” (El-İtkan, 2/1188 Dâr-ı İbni Kesir, Beyrut)
Aynı sahifedeki dipnot şöyle:
Aynı hadis Dârimî’nin Talak bahsinde “Nikâhtan önce boşama olmaz” babında 2183 numarayla, Dare Kutnî’de ise Tahâret bahsinde “Abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının yasak olması” babında yer almaktadır.
El-İtkan, Madve Yayınları tarafından “Kur’an İlimleri Ansiklopedisi” ismiyle tercüme edilmiştir. Bu tercümenin 2. cild 444. sahifesinde aynı mesele görülebilir.
Bir defa daha hatırlayalım. İslamoğlu ne diyordu? Bir ömre sığmayacak kadar kitap taradığı halde “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olduğunu” yazan bir esere rastlamadığını söylüyor, bu sözüne El-İtkan isimli kitabı da delil getiriyordu
Az yukarıda okuduğunuz gibi, El-İtkan ne diyordu? “Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur.”
Eeee… Şimdi siz siz olun da nasıl gülmeyecekseniz gülmeyin bakalım…
Hazreti Allah insanı kendi sözüyle işte böyle mahcup eder, böyle gülünç duruma düşürür…
İslamoğlu, “Bu konuda, (Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı konusunda) çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir âyet var” diyerek o âyetin meâlini veriyor:
“Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa sûresi, âyet:79)
Yanlışa düşen esas kendisidir ama diyelim ki onun söylediği doğru. Bu durumda o yaygın yanlışa kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eser de düşmüş oluyor.
İslamoğlu kendi câhilliğini unutup, kendisinin ileri sürdüğü yanlış hükmü kabul etmeyenleri de cahillikle suçluyor. Şöyle diyor:
“Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu âyetteki “O” zamirinin bir önceki âyetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir.”
Biz de kendisine şöyle diyoruz:
Sıdka-kizbe/doğruya-yalana birazcık dikkat eden kimse de, birazcık ilim haysiyeti olan kimse de böyle söz söylemez. Çünkü bu söz, 14 asırlık İslam kültürüne de bu kültürün mimarları olan derya gibi sayısız İslam âlimlerine de hakarettir. Onlar ki, ilimde rüsuh bulmuş ve “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” hükmünü kitaplarına dercetmişlerdir. Bu İslam âlimlerinin; Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasipleri yok da sadece sen İslamoğlu’nun mu var!
14 asırlık İslam kültürü onların eseridir. Onların söylediklerini inkâr yekün İslam kültürünü inkâr demektir.
İslamoğlu, kendisi gerçekleri inkar edebilir. Peki İslam âlemindeki kütüphaneler dolusu kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” kaydını nasıl silecek, nasıl yok edecek?
O, basbayağı yalan söyleyerek kitaplarda böyle bir kaydın olmadığını söylüyor, böyle bir kayıt yok diyor.
Yok değil var da, görene… Ama köre ne!
İslamoğlu gözünü yumup görmemekte ne kadar israr ederse etsin, bütün tefsirler, bütün fıkıh kitapları, bütün İslâmî eserler onun söylediğinin tersini sadece söylemiyor adeta haykırıyor.
O zaman da ortaya bir gerçek çıkıyor:
Bir tarafta 14 asırlık ehl-i sünnet İslam ulemâsı, diğer tarafta Mustafa İslamoğlu…
O zaman bu manzaranın mânâsı ne olur değerli okuyucular?
Değerli okuyucular, Müslümanlıkta, söz ve yazı üslûbu mühimdir. Onun için, Üslûb-ı beyan aynıyla insandır denilmiş. Yani, insanın konuşma yazı üslûbu, kendisini tarif eder.
Kendisi düzgün olanın üslûbu bozuk olmaz. O bakımdan insanlar haklı olarak üslûba dikkat ederler. Bu cümleden olarak biz de muhatabımız olan İslamoğlu’nun üslûbuna bir göz atalım.
İşte yazısından bir cümle:
“Ey Hanefîler! Ebû Hanife’ye göre siz Hanefî falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok. Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor.”
Gördünüz mü üslûbu? Altı çizili kelimelere dikkat eder misiniz lütfen? Az-çok kitaplarla haşir-neşir olan bir kimseye, “Şarlatan” ve “Dolmuşa bindiriyorlar” gibi sözler yakışır mı?
Hem bu sözleri sarfetmekten kaçınmıyor hem de gördüğünüz gibi Müslümanları suçluyor.
Hanefi bir Müslüman, hocalarından ve kitaplardan öğrenebildiği kadar Hanefîliği öğrenip ona göre ibâdet yapmaya çalışsın, İslamoğlu da kalksın, “siz Hanefî falan değilsiniz” desin.
Hangi hak ve hangi salâhiyetle?
Hem mezhepçilik dediği de nedir? Şu anda yeryüzünde İslamoğlu ve şiî gönüldaşlarının (bütün şiîler değil) dışında mezhepçilik yapan mı var? Hangi sünnî Müslüman, “Benim mezhebimden olmazsan kurtulamazsın” diyor. Aksine, kendisinin Hanefî olduğunu söyleyen müslümanların yanlış yolda olduğunu söyleyen İslamoğlu’nun kendisi değil mi?
Üslûba bakın:
“Üçbeş yetkin âlime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın.”
Tulumbacı takımı diye tabii ki Müslümanlara diyor.
Başka bir cümlesi:
“Biraz da insanımız uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.”
Diğer cümleleri gibi bu sözün muhatabı yine müslümanlar.
Son bir sözünü aktaralım:
“Dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan…”
Böylece, Mustafa İslamoğlu nâm kişiyi bir cihetten tarif etmiş olduk.
Diğer tariflerimizi gelecek sayılarımızda yaparız inşâallah…
Yazımızı o meşhur cümleyi tekrar ederek bitirelim:
Üslûb-ı beyan aynıyla insandır.
www.medyamit.com