ANALİZ HABER
Ruhani’nin Ankara ziyaretinin anlamı
Hakkı Uygur
İran Cumhurbaşkanı Hasan Feridun Ruhani’nin İstanbul’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesine katılmak için Türkiye’ye gelip gelmeyeceği bir süredir Tahran ve Ankara’daki diplomatik çevrelerde merak konusuydu. Merakın nedeni Teşkilatın hazırladığı taslak sonuç bildirgesinde İran karşıtı sert ifadelerin yer aldığının bilinmesiydi. İranlı yetkililer yaklaşık 6 ay önce Suudi Arabistan’da uzmanlar seviyesinde düzenlenen toplantılara ikili ilişkilerde yaşanan gerginlik nedeniyle katılamamışlar, bu sayede Riyad yönetimi istediği maddelerin rahatça onaylanmasını sağlamıştı. Durumun farkında olan İranlı yetkililer uzun süren istişareler sonucunda toplantıya katılmanın daha faydalı olacağı yönünde karar aldılar. Alınan kararı savunan bazı köşe yazarlarına göre Ruhani’nin İstanbul’daki varlığı sonuç bildirgesini değiştiremese bile İran’ın çekincelerinin en üst düzey seviyeden dile getirilmesi ve İslam dünyasından tecrit görüntüsü verilmemesi önemliydi.
Nitekim zirvede beklenen gerçekleşti ve İİT, Suudi Arabistan’ın inisiyatifi ile İran’ın İslam ülkelerinin içişlerine karışmasını ve terörü desteklemesini açık bir dille kınadı, İran’dan bu tür faaliyetlere son vermesini istedi. Bildirgede aynı şekilde Hizbullah karşıtı ifadelerin de yer alması İran açısından açık bir diplomatik yenilgi anlamına geliyor. İranlı diplomatik çevreler İran-Irak savaşından beri teşkilatın böylesine bir dil kullanmadığını belirtiyorlar ve Suudi Arabistan’a yönelik öfkelerini saklamıyorlar. Bu öfke krizinden toplantının ev sahibi olması hasebiyle Türkiye de payını düşeni almış ve ılımlı çizgisiyle ve bölgesel ilişkilere verdiği önemle bilinen Cumhuri-yi İslami gazetesi bile Türk ve Suudi liderlerin resmini “terör destekçileri birbirlerine madalya takıyorlar” başlığıyla servis etmiştir.
Bununla birlikte İranlıların pragmatik refleksleri sarsıntıyı çabuk atlatmalarına ve Ruhani’nin İstanbul’daki zirvenin ardından bir de “resmi” Ankara gezisi gerçekleştirmesine yardımcı oldu. 2010 yılına kadar ihtiyatlı ancak istikrarlı bir şekilde gelişen iki ülke ilişkileri “Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaşmasından sonra gerilemeye başlamış, iç savaşla birlikte iki ülkenin karşıt kutuplarda yer alması gerginliği benzersiz şekilde artırmıştır. Bununla birlikte beş yıldan sonra gelinen noktada Suriye krizinin bölge ülkelerinin boylarını aşarak doğrudan Rusya ve ABD tarafından yönetilmeye başlamasıyla her iki ülke de ciddi rahatsızlık duymaya başladı. İran Rusya’nın askeri olarak Suriye’ye girmesiyle birlikte sahada ödediği bedellere rağmen diplomatik ağırlığının azalmaya başladığını fark etmiş, Rusya’nın ansızın Suriye’deki askeri varlığını azaltmasıyla başkalarının oyununda piyon olduğu düşüncesine kapılmıştır. Bu hayal kırıklığını özellikle Devrim Muhafızları Ordusu komutanlarının açıklamalarının satır aralarında görmek mümkün. Aynı şekilde ABD ile ilişkilerinde benzer hayal kırıklığını tecrübe eden Türkiye de önce Suriye krizinde ABD tarafından yalnız bırakılmanın şokunu yaşamış, ardından uluslararası medyanın IŞİD üzerinden yoğun algı operasyonlarına maruz kalmıştır. Bu süre zarfında pek dile getirilmese de iki tarafta da, üçüncü ülkeler tarafından yönetilen krizin karşılıklı enerjileri tükettiği ve uzun vadede bölgesel güçlerin faydasına olmadığı yönünde bir kanaat oluşmaya başlamıştır.
Ruhani’nin ziyareti İran içi dengeler açısından da hassas bir dönemde gerçekleşmiştir. Tahran yönetimi her ne kadar son dönemde ABD liderliğindeki dünya güçleriyle nükleer meselede bir uzlaşmaya varmış olsa da ağır yaptırımların ekonomi üzerindeki yıkıcı etkisi düşük enerji fiyatlarının da etkisiyle kısa sürede giderilecek gibi değil. Öte yandan Ruhani hükümetinin Parlamento ve Hubregan seçimlerinde göz alıcı bir başarı kazandığı doğrudur. Ancak nükleer anlaşmanın günlük hayata etkileri konusunda büyük bir beklentiye giren halk kesimlerinin -muhafazakâr medyanın propaganda bombardımanının da etkisiyle- yaşadığı hayal kırıklığı bir yıldan biraz fazla bir zaman sonra gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hükümet için hoş olmayan sürprizler yaşanmasına neden olabilir. Böylesi bir ortamda İran’ın zaten kısıtlı kaynaklarının dışarıda sonu gelmeyen maceralar yerine içeride kullanılması gerektiğini savunan ve ekonomik kalkınmayı önceleyen Ruhani hükümeti bölgesel ilişkilere özel bir önem atfetmekte ve Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerle ilişkilerinde beyaz bir sayfa açmak istemektedir. Zira İran son beş yıldır bölgesel ilişkiler açısından büyük kayıplar yaşamaktadır. İki bölgesel müttefiki yani Irak ve Suriye bugün itibariyle “başarısız devlet” statüsündedir. İran Suriye’nin bir daha asla eski Suriye olmayacağının farkındadır ve giriştiği maliyetli ve kanlı operasyonlar 35 yıldır büyük emekler vererek kurmaya ve korumaya çalıştığı “direniş ekseninin” yok olmasına engel olamamıştır. Irak konusunda da durum son derece karmaşıktır.
IŞİD tehdidinin nispi olarak geriletilmesine rağmen ülke içindeki rüşvet iddiaları ve yolsuzluklar Şiiler arası çatışmayı ateşlemiş, Ayetullah Sistani, Kasım Süleymani ve Hasan Nasrullah gibi etkin figürlerin arabuluculuk çabalarına rağmen Mukteda Sadr taleplerinden geri atmayarak yoğun katılımlı gösterilerle Şii Abadi hükümetinin istifasını istemiştir. Ruhani’nin temsil ettiği ve Rafsancani, Hatemi gibi ılımlı isimlerin de desteklediği, son seçimlerin gösterdiği gibi halk arasında da ciddi bir desteğe sahip rasyonel kesim bu gidişatın İran’ın faydasına olmadığı hususunda hem fikirdir. Zira İran’ın bölge ülkelerinin tamamını karşısına alarak herhangi bir başarı kazanma şansı bulunmamaktadır. İsrail ile resmi ilişkileri bulunmayan, Suud ile soğuk savaş yaşayan, Mısır ile en düşük seviyede ilişkilere sahip İran’ın Türkiye’den başka nefes alacak bir penceresi yoktur. Sürekli olarak “direniş ekonomisi’nden bahseden Hameney’in aksine Ruhani’nin seçim kazanma gibi bir zorunluluğu vardır ve etrafındaki kuşatılmışlık gittikçe artarken vaat ettiği iktisadi rahatlamayı sağlaması mümkün görünmemektedir.
Öte yandan ABD ile imzalanan nükleer anlaşma Meclis seçimleri öncesi başarılı biçimde pazarlanmış olsa da son gelişmeler, Tahran üzerindeki resmi ambargoların çoğunun kalkmasına rağmen Batılı finans kurumlarının ve büyük şirketlerin ABD’nin olası tepkisinden çekindikleri için İran’la işlemleri ağırdan aldıklarını gösteriyor. Nitekim Türkiye’yi de ilgilendiren son yargı operasyonu ABD’nin henüz İran’la işini bitirmediği algısını güçlendiriyor. Bu amaçla ABD’ye bir ziyaret gerçekleştiren İran Merkez Bankası Başkanı Veliyullah Seyf’in Bloomberg röportajında vurguladığı gibi “ABD’nin tutumu İran açısından büyük bir hayal kırıklığıdır.” Böylesi bir ortamda Ankara’nın yaşanan tüm gerilimlere rağmen Tahran’ı mümkün mertebe bölgesel dengelerde tutmaya çalıştığının farkında olan tecrübeli İran diplomasisi Ruhani’nin ziyaretini teşvik etmiştir. Şüphesiz bunda Ahmet Davutoğlu’nun geçen ayki Tahran ziyareti önemli bir rol oynamıştır. İranlıların Türkiye’den ümitlerini kestikleri ve bölgesel konularda tamamen Suudi Arabistan ile paralel hareket etmekle suçladıkları bir ortamda yapılan ziyaret İran’ın Türkiye’nin önemini ve konumunu tekrardan düşünmesini sağlamıştır.
Sonuç olarak Ruhani içerideki rakiplerinin tepkisini çekeceğini bildiği halde İran’ın en ağır ifadelerle eleştirildiği bir toplantıya katılarak risk almış ancak Türkiye ile ilişkilerinin geliştirilmesinin buna değdiği mesajını vermiştir.
Kaynak: Dünya Bülteni