ANALİZ HABER
Postmodern hukuksuzluğun akademiye izdüşümleri: 28 Şubat ve üniversiteler
Yücel Oğurlu | Saraybosna
28 Şubatın, kültür ve edebiyat dünyasında, sinemada, tiyatroda, sivil toplum yapılanmasında gerektiği şekilde yer bulamadığı bir gerçek.
O yıllarda Atatürk Üniversitesi'nde Erzincan'da doktorasını yapmakta olan bir Araştırma görevlisiyken akademik öğrenim sürecimiz Şubat'ın sert rüzgarlarıyla sona erme noktasına gelmişti. Birdenbire ülkede derin bir kamplaşmaya girdiğini, askeri darbe söylentilerinin yayıldığı ve bu havadan yararlanmaya çalışan rol kapma yarışındaki tuhaf insanlar devreye giriverdiler.
Birden bire yüzlerden soft maskeler iniverdi. 28 Şubat'tan ilk hatırladıklarım doktoramı yaptığım dönemde her şey normal seyrinde ilerlerken öğretim üyelerinin bir kısmının birdenbire kendi meslektaşlarına karşı tuhaf tutumlar içerisine girmeleri, kasten setleşmeleri, birbirinin selamını almamalarından başlayarak, kadroların ilan edilmemesi, atamaların yapılmaması, sözleşmelerin yenilenmemesi ve nihayet meslekten ihraç kararlarına kadar varan zincirleme bir hukuk dışılık sürecine girilmiş oldu. Ülkenin özellikle batıdaki Anadolu şehirlerinde görevlerine son verilen yüzlerce öğretim üyesi. Haksızlığa uğrayan 1402’likleri hepimiz hatırlarız ama, bu dönemde atılan öğretim üyelerinin bir kısmı belki kendileri bile unutmuştur o yaşananları.
Üniversiteleri kendilerine ait tapulu mekanlar olarak görerek bu kamusal alanı ideolojik çiftlikler gibi kullanma, öğrenciler üzerinde baskı kurmayı, onları ayrıştırmayı, kendilerinden olmayanları akademik süreçlerin dışında tutma halini, benimle birlikte binlerce insan bizzat yaşadı. Doktorayı tam da bitirme aşamasındayken altı defa danışmanım değiştirildi, İngilizcede başarılı olduğumda "Almanca olmazsa olmaz" denildi, yaptıkları baskılardan hiç utanmadan "hala üniversitede olup olmadığım" bile soruldu. Bir başka ortamda ise çocuklarımın adları, eşimin çalışıp çalışmadığı, kıyafeti, bir üniversiteden başka bir üniversiteye geçişte akademik bütün kriterlerden önce birinci kriter olarak soruldu. Bu kriterler sadece bana değil, herkese rahatlıkla alenen sorulabilen ayrımcı sorulardı. Bu tür soruların sorulmaması gerektiğini az bir nezaketi ve aile terbiyesi olan herhangi bir insan bilirdi halbuki. Ancak bu tür tavırlar artık o kadar olağanlaşmıştı ki zayıf karakterli bir insanın bu zorlama ve baskılar karşısında komplekse girmesi amaçlanıyordu herhalde. Üniversiteler örneğinde bunu bizzat yaşadım. Haksız yere görevinden atılan birçok akademisyen tanıdım. Doktoram sırasında başarılı olmama rağmen zor ve ağır şartlar altında psikolojik mücadelelerle çocuklarımdan, ailemden fedakârlıklar yaparak doktoramı büyük zorluklarla bitirdim. Bütün bunlara rağmen bu süreci çok daha ağır yaşayan çok sayıda akademisyen tanıdım.
Herkesçe bilindiği üzere, o zamanlar akademik dünyamızın kapıları 1980’lere kadar ancak ülkenin biraz daha kalburüstü, elit, ayrıcalıklı ve özellikle yabancı okullardan mezunlara açıktı. Özellikle, tıp, hukuk, felsefe, sosyoloji ve birçok sanat alanında bu katı sınıflı veya ideolojik kastlı yapılar kürsülere hakimdi. 1990’ların sonuna doğru 28 Şubat Post-modern darbesinin verdiği fırsatçılıkla rövanş almaya çalışan zavallılar oldu. Bu gibi alanlarda halkın çocukları hak ederek, zorlayarak yavaş yavaş üniversitelerde görülmeye başlayınca bunun ciddi bir rahatsızlık doğurduğunu, olayın bir sınıf ve sosyal tabaka mücadelesi olduğunu anlamıştık. İşin garip tarafı, bugüne teröre destek veren bildirilerin altında imzaları olanlar, bu ülke için canını verebilecek olan bizler karşısında bir anda bizden ‘daha vatansever’ oluvermişlerdi.
Aynı dönemde üniversitelerin kapılarında kılık kıyafetleri dolayısıyla onbinlerce genç kız, insanlıkları, duygu dünyaları, yetenekleri, bilgi ve becerileri, düşünce özgürlükleri ve görüşleri hiçe sayılarak ve başkaca hiçbir kritere bakılmaksızın ciddi ve katmerli bir ayrımcılıkla üniversite kapısı dışarısında tutuluyorlardı. Hem bir bayan olarak hem de inanç ayrımcılığı üzerinde katmerli bir ayrımcılıktı bu. Onlar için kapıdan başlayan polis engellemeleri, amfilerde öğretim üyelerince sözlü sataşmalar, soruşturmalar, sorgulamalar, ikna odaları, mahkemeler ve daha nice haksızlıklar yapılıyor, ülke göz göre göre genç insanlarını, zaman ve enerjisini kaybediyor, dünyanın hiçbir yerinde olmayan böylesi bir kılık kıyafet yasağı için hukuki kılıflar ve sık yorumlar cerbeze diliyle yürütülüyordu. Eğitim hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve eşitlik gibi onlarca anayasal hak ve özgürlük hiçe sayılıyor, alenen anayasa suçu işleniyordu. Ülkenin güneydoğusunda terör almış başını giderken, Türkiye gündeminde ülkenin en büyük sorunu ve tehdidi olarak kızların başındaki "türban sorunu" gündemin ilk maddesine oturmuştu.
Bir öğretim üyesinin çalıştığı bir üniversiteden bir diğerine geçmesi de ayrıca bir sıkıntı idi. Başvurular, YÖK tarafından gözden geçiriliyor, Rektörler arasındaki sözde "centilmenlik anlaşmaları" ile hiçbir öğretim üyesinin bu gizli kurul tarafından onaylanmadıkça bir başka kuruma geçişi mümkün olmuyordu. Tanıdığım iki öğretim üyesinin yine Anadolu’daki başka bir şehirdeki bir üniversiteye geçmek ve evlerini taşımak üzere eşyalarını kamyona sardıklarını ve rektörün imza atmış olmasına rağmen imzasını geri çektiğini ve üniversite değiştiremediklerine bizzat şahit oldum. Bizzat yaşadığım bir başka olayda ise bir hukuk fakültesi, fakültemin dekanını temsilen katıldığım İngilizce bir toplantıda o zaman için idare hukuku doktoru olduğumu öğrendikten sonra, bu alanda bana çok ihtiyaçları olduğunu söylemişti. Yarım saat kadar sonra bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra davetini geri çekti. Sebebini sorduğumda özür dileme nezaketini de gösterdikten sonra, "bizim başkaca kriterlerimiz" var demeyi de ihmal etmedi.
Aslında bu süreç birçok kurumda 2006-2007’ye kadar devam etti ve hukukun dışında işletilen gizli bir bürokratik derin mekanizma, halkın çocuklarını sistem dışında tutmayı kendisine bir görev edinmişti. Burada faillerin hangi dünya görüşünden olduğunun önemi yok ama, bütün bir toplumdan Türkiye'de yüzde dört ya da beşlik bir kesim bile olmayan insanların görüşüne mutlak bir tabiyet ve sadakatle itaat edilmesi bekleniyordu.
O dönem, bu ülkenin çocukları için hiç de kolay geçmemişti. O günleri keyifle yaşayan öğretim üyeleri olduğu kadar, pijamalarını giyerek evlerinde rahatlıkla geçiren ve bir hukukçu veya insan olarak yapılan haksızlıklara sözlü olarak bile itiraz edemeyen zavallı tipleri de fazlasıyla tanımış olduk.
28 Şubat'ta bir erkek olarak yaşadım, bayanlar için ise sürecin başka ağır zorlukları vardı. Kendi kimliğinin ve onurunun bir parçası olarak gördüğü ve inancının gereği saydığı başındaki örtüyü çıkarması dayatmasının bugün insaf ve izan sahibi hiç kimse tarafından kabul edilebilir bir yanı yoktur. Böyle bir dayatmanın zorbalık olduğunu, bunun, başını örtmeye tercih etmeyen bir bayanı zorla kapatmak kadar yanlış ve usulsüz bir iş olduğunu, çünkü insan doğasına, insan fıtratına, kimliğine, kişiliğine, özgünlüğüne ve özgürlüğüne açıkça saldırıdır bu.
Yakın çevremizden birçok kişinin eğitimini yarıda bıraktığını veya evinde oturmak zorunda kaldığını biliriz. Fakat bu bayanların içerisinden nice yazarların, köşe yazarlarının, sosyologların, psikologların, uzmanların çıktığına hep birlikte şahit olduk. Çünkü toplumla inatlaşan er ya da geç kaybetmeye mahkumdur.
Bugün 28 Şubat'tan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra, toplumun çok daha özgür, barış içerisinde birbirine karşı saygılı, fay hatlarının o zamanki kadar derin olmadığı, huzur, saygı ve sevginin oluşabileceği bir ortamı düşlemek toplumun her kesiminin hakkıdır ve birlikte yaşama kültürü, farklı kültürlere ve insanlara, katılmadığımız fikirlere de saygı gösterebilmek insanlığın da bir gereğidir. Böylesi bir dönemi bizzat yaşayan insanların bugün herşeye rağmen, bu ülkeye açık ve hukuken ispatlanmış bir ihaneti olmadıkça ülkedeki her görüşten insanın yan yana kardeşçe ve barış içerisinde yaşaması için düzgün bir zemin oluşturmak, ülkenin bütün aydınlarının boynunun borcu değil midir?
"Bugün bana, yarın sana" gibi bitmeyecek bir kısırdöngü oluşturacak bir rövanş mantığı yerine, toplumun uzlaşabileceği esaslar üzerine hukuk ve sosoyal sistemi kurmak geleceğin sigortası olacaktır. Hiç olmazsa bundan sonrası için, herkes için adalet, eşitlik, erdem (fazilet), özgürlük ve saygı temelinde yeni bir uzlaşma arayışı beklemek ülkenin geleceği için bir lüks müdür?
Kaynak: Dünya Bülteni