ANALİZ HABER
İran Haçlılara ve Siyonizme hizmet ediyor
Subhi Tufeyli, en başından beri İran’ın bölgedeki yayılmacı tavrına cephe aldı, Lübnan ve Hizbullah’ın içişlerine karışmasından rahatsızlık duydu. İran’ı, İsrail ile anlaşarak “Hizbullah’ı İsrail’in sınır muhafızı” haline getirmekle suçladı.
Subhi Tufeyli kimdir: 1948 yılında doğdu. Gençliğinde Irak’ın Necef şehrine giderek dini ilimler eğitimi aldı. Burada özellikle Lübnanlı Şii alim Musa es Sadr’dan büyük ölçüde etkilendi. 1979 yılında İran devriminin ön saflarında mücadele etti. Lübnan’da Şii Emel örgütünün saflarında bulundu. 1982 yılında Abbas Musevi ile birlikte Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde Hizbullah örgütünü kurdu. 1985 yılından 1989 yılına dek örgütün sözcülüğünü üstlendi. 1989 yılında ise genel sekreter seçilerek örgütün liderliğine yükseldi. 1991 yılında yerine Abbas Musevi getirildi. Abbas Musevi dokuz ay sonra bir İsrail saldırısında can verince şimdiki lider, o zamanlar henüz 32 yaşında olan Hasan Nasrallah Hizbullah örgütün yeni lideri oldu. Subhi Tufeyli, en başından beri İran’ın bölgedeki yayılmacı tavrına cephe aldı, Lübnan ve Hizbullah’ın içişlerine karışmasından rahatsızlık duydu. İran’ı, İsrail ile anlaşarak “Hizbullah’ı İsrail’in sınır muhafızı” haline getirmekle suçladı. Suriye krizinde İran ve Hizbullah’ın müdahaleci tavrını, Esed rejimine destek vermelerini eleştirdi. Hizbullah’ı Suriye’de işlediği cinayetlerden ötürü “Şii DEAŞ” olarak tanımladı. Tufeyli’nin gözünde İran, mezhepçi tutumuyla Haçlı ve Siyonist planların İslam dünyasındaki “Truva atı” haline gelmiş durumda.
İran devrimi İslam dünyasının geleceği açısından büyük ümitler vaad etmişti. Oysa bugün neredeyse tehdit halini almış durumda. Bu büyük değişimin arkasında ne var?
Dediğiniz doğrudur. İslâm devrimi günlerinde ben İran’da idim. Devrim başarıya ulaşana dek aylarca ben de bu mücadelenin içerisinde yer aldım. Büyük bir hayali gerçekleştirmiştik. Devrimin liderinden bilhassa aslolan Muhammedî İslam’a dair kelimeler işitiyorduk. Duyduklarımız bize bunun bir mezhep değil İslam devrimi olduğunu söylüyordu. Tıpkı Hz. Peygamber (sav) devrinde olduğu gibi. Lider, İslam vahdetinden, Müslümanların birliğinden bahsediyordu. Filistin’i kurtaracak 20 milyonluk bir ordudan… Küresel istikbarla, emperyalizm ile hesaplaşmaktan söz ediyordu. Şüphesiz lider söylediklerinde sadıktı, içtenlikle bunları dile getirmişti. Ancak bölgedeki bazı Arap rejimlerinin ABD’nin dümen suyunda hareket etmesi, Saddam ile yapılan savaşta doğrudan karşı safta yer alarak Saddam’a destek vermesi bütün bu sözleri âdeta boşa çıkardı. Giderek İran içerisinde mezhepçi bir yapının oluşmasına, İran’da ABD’ye hizmet ederek öne fırlayan bir zihniyete yol açtı. Bütün o hayaller yıkıldı, tarumar oldu. ABD planına göre iş tutan bu zihniyet, İran ve diğer bazı Şiileri, Müslümanların arasında fitne aleti halini alacak olan bir yapıya dönüştürdü. Fitne savaşları çağının başlamasıyla da Şiiler yakasında bu yapı istenilen kıvama ulaşmış oldu.
Hizbullah da benzer bir hikayeyi çağrıştıyor. Bir zamanlar İsrail ile mücadele üzerine yoğunlaşan, takdir toplayan bir Hizbullah vardı. Şimdilerde ise sizin tabirinizle “Şii DEAŞ” haline gelmiş bir yapı. Nedir bu savrulmanın arka planı?
1982 yılında bildiğiniz gibi Siyonistler Lübnan’ın yarısını işgal etti. Bu işgal bütün savunma hatlarını çökertti. Filistin direnişi ülkeden çıkarıldı. Suriye ordusu perişan ve ezik bir şekilde Bekaa’ya çekilmek zorunda kaldı. Halk bütün kesimleriyle korku ve dehşet sarmalına yuvarlandı. Bu esnada biz, bir avuç insan, herkesin sindiği, kimsenin ortalıkta görünmediği bir zamanda düşmana karşı direnme kararı aldık. Silahlı bir direnişle onları söküp atacaktık. Ancak o vakte değin Siyonistlerin sürekli övüne geldikleri bir durum söz konusuydu. Aslına bakarsanız haksız da sayılmazlardı. Filistin direnişi dâhil önlerinde hiçbir Arap gücü duramamıştı. Bütün savaşları onlar kazanmışlardı. Her savaş Arapların toprak olarak biraz daha gerilemesine, onur ve haysiyetlerinin dibe vurmasına neden olmaktaydı. Ve biz, o yenilgilerin Arap askerinin başarısızlığı olmadığını, hükümetlerin Arap askerinin elini kolunu bağladığını ispat ettik. Arapların aslında kazanabileceğini gösterdik. Siyonistlerin bırakın Arap savaşçılarından üstünlüğünü, savaş meydanında mücahitler karşısında ne kadar tabansız olduklarını cümle âleme ilan ettik. İşte o vakitler biz İmam Humeyni’den tam destek görüyorduk. Derken Lübnan dosyası üzerinde bazı “kayyım” tipler zuhur etmeye başladı Tahran’da. Ve bunların yanı başında da Lübnan’a atanmış İranlı nevzuhur müsteşarlar. Ki bu müsteşar kılıklı heriflere bugün Suriye’de de tanık olmaktayız. Bunlar Lübnan’a geldiklerinde baktık ki gündemleri başka, bizim dış düşmandan kurtuluşumuzla filan, pek ilgilenmiyorlar. Bir de fena halde buyurgan tipler. Mücahitler arasında illaki onların hükmü yürüyecek. İç savaşların pek çoğuna iştirak ettiler. Şia savunması iddiasıyla ünlü “kamplar savaşı”nda Filistinlilerle, daha sonra yine aynı iddiayla Lübnan’daki diğer gruplarla savaştılar. Suriye ordusuyla savaştıklarında ise herhangi bir argümanları yoktu. Şii Emel örgütüyle ise Nebatiyye’de küçük bir alanı ele geçirmek için mücadele verdiler. İç savaşlara müdahil olmalarıyla birlikte İranlılar ile aram gittikçe açılmaya başladı. Ortam öyle gerilmişti ki bir kibrit yaksak patlayacak hale gelmişti. İmam Humeyni sonrası iktidara gelen yeni yönetim, sahayı tamamen bunlara teslim etti. Bütün gruplara karşı savaş açtılar. Sebepsiz yere üstelik. İranlı grup Hizbullah’ı mali yönden teslim almaya başladıkça askeri yönden de ele geçirmeye başladı. Malumunuz, para kimdeyse egemenlik de onundur. Ben de daha fazla dayanamadım, Hizbullah’tan ayrılmak durumunda kaldım.
Mezhepçilik, bölgemizdeki en büyük oyun haline geldi. Ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Niye doğru düzgün farkına varılamadı?
Kökü eski zamanlara dek giden bir konudan bahsediyoruz. Müslümanlar arasındaki egemenlik mücadelesinin bir sonucu olarak gelişen bir olgudan. Gerek Hz. Aişe ve Sahabe, gerekse Ehl-i Beyt ve Hz. Fatıma taraftarları kendilerini bu mücadelede haklı görüp asker toplamaya giriştiler. Ama o vakit herkes biliyordu ki, gerek Sahabe gerekse Ehl-i Beyt (Allah hepsinden razı olsun) arasında ciddi bir ayrı gayrılık söz konusu değildi. Evet, bazı konularda görüşleri farklıydı ama neticede hepsi de aynı elin parmakları gibiydiler. Ancak daha sonra insanlar dinleriyle sınandılar ve kendinden olmayana çok rahat kıyabilen tekfirci görüşler ortaya çıktı. Müslümanların canını ve malını zulmederek kendine helal kılan bir zihniyet türedi. Bir de bu zihniyetin etrafında, uydurmacı kimselerin ortaya attığı hikâyeler ve rivayetler külliyatı oluştu. Mezhepçi devlet ricali de bunları destekledi, bu cürümü himaye etti. İnsanların arasında yayılmasına ve kökleşmesine sebep oldu. Tıpkı bugün bazı iğrenç mezhepçi devletlerin yaptıkları gibi. Nitekim bu devletlerin ellerinde kendi mezhepçi yaklaşımlarını Müslümanlar arasında yayacak, propagandasını yapacak her türlü imkân mevcuttur. İslam ve Kur’an ile alakası olmayan zehirli mezhep yaklaşımını allayıp pullayan onlarca TV kanalı bulunmaktadır.
Coğrafyamızı ve ümmeti kemiren bu hastalığın bir tedavisi yok mu?
Mezhepçilik yüzyıllar boyu bizi paramparça etmiştir ve hâlâ etmektedir. Bugün bu dinden uzak, batıl fikirler uğruna birbirimizi katlediyoruz. Hâlâ sapkın birisi kitabında yazıyor yahut bir gazete makalesinde dile getiriliyor. Oysa bu fikirlerin yanlış olduğu aşikardır. Aslında çoğumuz bunu rahatlıkla anlayabiliriz. Nitekim Allahu Teala kitabında “Allah’tan başka dostlar edinenler, kendisine incecik ağdan ev yapan örümceğe benzerler. Oysa evlerin en dayanıksızı örümceğin evidir. Keşke bilselerdi” buyuruyor. Evet, bu tür fitneci kimselerin inşa ettikleri fikirler, örümceğin evinden bile daha dayanıksızdır. Bu tür fikirleri yere sermek zor iş değildir. Ancak maalesef sahada sadece mezhepçi zihniyetlerin emrinde paraya boğulmuş cahiller cirit atmakta, insanların akıllarını boş işlerle meşgul etmektedirler. Allah’tan din ve hayır ehlini, gerçek davetçileri, ümmetin birliğini savunanları galip getirmesini niyaz ediyoruz. Hayâsızca, utanmadan Müslümanlar arasında bozgunculuk yaparak Haçlı Batı zihniyetinin hizmetinde İslam’a savaş açan, her mezhebin içerisindeki bid’at ve sapıklık ehline karşı Hakk’ı savunanları üstün kılması için dua ediyoruz.
Bir söyleşide “Lübnan Şia’sı İran’a muhaliftir” demişsiniz. Bu sözü biraz açar mısınız?
Ortadoğu’da mezhepçilik yangınının yayılmasıyla birlikte İran’dan Lübnan’a bozuk mezhepçi düşünceler dalga dalga akın etmeye başladı. Öyle şeyler ki bunlar, insan tabiatı iğrenir, akıllı kimseler bundan utanç duyar. Muharrem ayında yaptıkları faaliyetler, Ehl-i Beyt’e ilişkin düşünceleri, aslı astarı olmayan birtakım dini makam ve türbelerin ihdası, Ehl-i Beyt’e velayet ve onların adını kullanarak Hâkimlik gibi kimsenin kabul etmeyeceği şeyler bunlar. Kâinatta en küçük zerreye dek mücerret olarak, varlıkta ve yoklukta Ehl-i Beytin velayetinin söz konusu olması, kıyamet gününde insanların onlar tarafından hesaba çekilmesi gibi tarih öncesi devirlerden devşirilmiş saçmalıklar bugün onlar sayesinde Ehl-i Beyt’in düşüncesi olarak isimlendiriliyor kimileri tarafından. Mezhep noktasında getirdikleri bunlar. Diğer alanlara gelirsek, İran siyasetinin etkisiyle Lübnan halkının menfaatine çalışan milli kurumlar tehdit altında bugün. Körfez ülkeleriyle Lübnan’ın lehine geliştirilen ilişkiler büyük darbe aldı. Mezhepçilik yarasını sürekli ülkenin aleyhine kaşımaya devam ediyorlar. En büyük tehlike de bu zaten.
Yine bir söyleşide “Lübnan Şia’sı Suriye rejimini desteklemez” demişsiniz. Ama bugün Suriye’de binlerce Lübnanlı Şii Esed rejimi için savaşıyor. Bu bir çelişki değil mi?
Bildiğiniz gibi Suriye ordusu bir dönem Lübnan’a hâkim oldu. Merhametsizce zulmetti, cana kıydı, yıktı, yaktı, yağmaladı. Günlük hayatı felce uğrattı. Lübnan’daki her kesimden insanın nefretle andığı kötü bir miras bıraktı. Lübnanlılar Suriye’nin ve oradaki rejimin adı anılınca huysuz bir kaşıntıya uğruyorlar doğal olarak. Lübnanlı bir Şii, Suriye rejimini asla müdafaa etmez. “O zaman Suriye topraklarında niçin savaşıyorlar” sorusuna gelince, onlara denildi ki “Suriye köylerindeki Şii kardeşlerimizi koruyacağız. Hz. Peygamber’in (sav) torunu Zeyneb’in türbesini koruyacağız.” Ayrıca denildi ki “Onlar bize hücum etmeden biz tekfircilerin üzerine gidelim. Onlar bizim topraklarımıza ulaşmadan biz onları vuralım.” Bugün hiç kimse “Rejimi korumak için Suriye’deyiz” demiyor insanlara. Oysa orada çok sayıda ölen var. Harbin durduğu filan yok. Bir de tabii göz ardı edilmemesi gereken bir yoksulluk unsuru var. İhtiyaç sahibi olmasalar, normal vatandaşların bu kadar rahat oralara gidip de çatışmaya gireceğini sanmıyorum açıkçası.
Arap ve Fars Şiiliği arasında bir fark var mı? İran’ın bu konuda duruşu nedir?
Bir İran Şiiliği veya Arap Şiiliğinden bahsetmek mümkün değil. İran’da da, Arap dünyasında da sapkın görüşleri kabul etmeyen bir bakış açısı görebilirsin. Sorun burada değil. Sorun, İran’da bu sapkınlığı kabul etmeyenlerin eleştiri getirme noktasında geri durması, bir anlamda korkmaları. Sapkınlığı dile getirenlerin arasında doğruyu söylemekten kaçınıyorlar. Şimdiki fitne zamanında sapkın düşünceler revaçta olduğu için, Tahran rejimi her ne kadar açıkça ilan etmekten çekinse de buna arka çıktığı için durum bu minvalde.
İran Fars emperyalizmi peşinde ve Şiiliği bir tür yakıt olarak kullanıyor. Şiiler bu durumun farkında mı?
Açıkçası İran, Batı’nın Müslümanlar aleyhine yürüttüğü operasyondan istifade etme eğiliminde. Bu şekilde kendine İran dışında bir nüfuz alanı oluşturacağı zannıyla hareket ediyor. İslam dünyasında tek kalacağı, kendi dışında bir egemen güç bırakılmayacağı fikrinde. Bu, Allah’tan korkmayanların taşıyacağı bir düşüncedir. Ancak gerçek düşmanını göremeyenler böyle aptalca düşünebilir. Aslında yaptığı İslam düşmanı Haçlı ve Siyonistlerin hain planlarına dâhil olmaktır, başka şey değil. İran dışındaki Şiiler ise mezhep duygusuyla meseleye yaklaşıyorlar. Bazı devletlerin Şia karşıtı tavırları da bu yaklaşıma çanak tutuyor. İran’ın hangi politik etkenlerle hareket ettiğini bilmeyenler tabii ki var. Kendilerine yakın duran birilerinin olması onları daha çok ilgilendiriyor. İşin bu boyutu gözden kaçırılmamalı.
Şu an tabloya baktığımızda bölgede kazanan devlet olarak İsrail’i görüyoruz. İsrail, hiç olmadığı kadar kendini güvende hissediyor. Çünkü İsrail’le uğraşacak olanlar birbirini doğramakla meşgul. İran’ın yayılmacı politikası İsrail’e yarıyor sanki. Bilmediğimiz bir ortaklık mı var?
Mezhepçilik fitnesinin arkasında ABD ve müttefikleri var. Artık bu aşikar. Bakın, bu durumdan kim çıkar sağlıyor? Batı dünyası. Ve elbette Siyonizm. Kaybeden kim? İslam ümmeti. İran belki şu an farkında değil ama kendisi de kaybedenler zümresinde. ABD’nin safında duran tüm Körfez ülkeleri, bütün İslam dünyası kaybeden taraf. İşte bu yüzden gerek Ehl-i Sünnet gerekse Şia içindeki bütün fitneci unsurlara karşı elimizden gelen tüm çabayı gösterip karşı durmalıyız. Mevzu, öncelikle İsrail’e karşı birliği sağlamak olmalı bu coğrafyada. Bilhassa İran, artık Batı ve Siyonizm’in çıkarlarına hizmet eden şu yolu terk etmeli. Önce birlik sağlanmalı.
Çok sık duyulan bir Kasım Süleymani adı var. Tanıyor musunuz?
Kasım Süleymani ile sanırım hiç karşılaşmadım. Onu şahsen tanımıyorum. Sadece basından izlediğim kadarıyla biliyorum onu.
Son gelişmeler ışığında Suriye ve Ortadoğu’nun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Batı’nın Suriye’nin tamamen yıkılmasından yana olduğuna inanıyorum. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Ancak Suriye’de uzun soluklu, sert bir direniş olacağı beklentisindeyim. Umarım orada Müslümanlar ve İslam birliği kazanır.
Türkiye ve Fırat Kalkanı Operasyonu hakkında neler söylemek istersiniz? Türk dostlarınıza bir mesajınız olacak mı?
Türkiye, sınırlarına yakın bir savaş ve kaosla yüz yüze. Ayrıca ülke içine sızan terör gruplarıyla uğraş veriyor. Türkiye’ye dost görünenler içinde düşman olanlar var. Geçen yaz gerçekleşen başarısız darbe teşebbüsünde dost ve müttefik Batı ülkelerinin izi görünüyor. Kuzey komşusu Rusya, Suriye’deki fitneye dâhil olmuş durumda. Türkiye sancılı ve zor bir süreçten geçiyor. Bu süreci sağ salim atlatmasını ve din düşmanlarının tuzaklarından uzak tutmasını Yüce Allah’tan niyaz ederim. Suriye dâhilinde sivil halk için güvenli bölge oluşturma amaçlı Fırat Operasyonu’nun başarılı bir şekilde devam ediyor olması güzel. Ölümden kaçan sivillerin buna ihtiyacı var. Coğrafyamızdaki devletlerin fitne savaşlarına girişmesi, Mısır’ın İsrail dostu askeri bir darbe ile düşmesi, Türkiye’den başka nefes alacak yer bırakmadı. Türkiye’deki kardeşlerime tavsiyem şudur: Ülkenizi koruyun! Onurlu ve güçlü olması için elinizden geleni yapın! Ayrıca Batı ve Kuzey cihetinden gelecek tehlikelere karşı da uyanık kalın!
Kaynak: Gerçek Hayat Dergisi