EĞİTİM - KÜLTÜR - SANAT
Belgeden bilgiye bir bilge: Halil İnalcık
Günümüz bilim dünyasında, Osmanlı tarihi alanında hem Türkiye’de ve hem de dünyada tartışmasız ilk akla gelen isim Halil İnalcık’tır. Dünya tarihçiliğinde William McNeill, medeniyet tarihçiliğinde Arnold Toynbee, Akdeniz tarihçiliğinde Fernand Braudel bilim camiasının zihin dünyasında neye tekabül ediyorsa, Osmanlı dünyasının tarihsel gerçekliğinin anlaşılmasında da Halil İnalcık en az o düzeyde bir önemi ifade etmektedir.
Halil İnalcık, Osmanlı tarihi anlaşılmadan dünya tarihinin anlaşılamayacağını, yurt içi ve yurt dışındaki tüm bilim camiasına kabul ettiren “Şeyhü'l-Müverrihin”dir. 20. yüzyılda hakim olan güçlü paradigmanın da etkisiyle, belli bir ideolojiye bağlı kalarak kaleme alınan Osmanlı ve Türk tarih yazımını, yeni bir anlayışla, arşiv belgelerinden hareketle ele alan, bir asırlık ömründe onlarca hoca yetiştiren, imrenilesi bir ilim yolculuğu sonunda yüzlerce eserle “hocaların hocası” ünvanını hak eden bir "âlim"dir.
Son dönemlerde sosyal bilimler alanında yapılan önemli tartışmalardan biri de, aşırı ihtisaslaşmanın doğurduğu "meseleyi kavrama ve anlama" problemidir. Bir sosyal olay ve/veya olgunun tarihsel, sosyolojik, kültürel, ekonomik, politik, bölgesel vb. bir çok yönü olduğu bilinmekle birlikte, herhangi bir alanın uzmanının bakışına göre, aynı olay ve/veya olgu çok farklı şekillerde değerlendirilebilmektedir. Bu sorunun temel nedenlerinden birisi, hiç şüphesiz belli bir alanın uzmanının diğer alanlarla ilgili çok sınırlı bilgiye sahip olmasıdır. Oysa çok uzun değil, bundan yüz yıl öncesine kadar bir sosyal bilimcinin, burada belirtilen alanlarla ilgili geniş bir bilginin yanında matematik, fizik, astronomi gibi fen alanlarında da bilgisi bulunmaktaydı. Onları günümüz bilim insanlarından ayıran önemli vasıflarından biri, "bilge" (âlim) olmalarıydı. Günümüzde belli bir alanın yanında, diğer pek çok alanda da neredeyse alan uzmanları kadar bilgiye sahip olan nesil giderek kaybolmaktadır. Halil İnalcık sosyal bilimler alanında, özellikle de iktisat tarihine katkılarıyla, işte bu neslin son örneklerinden biridir.
Cumhuriyet döneminde belli tasarım ve ön kabullere dayanan, masa başı, romantik ve ideolojik tarih anlayışlarının terk edilmesinde en önemli rolü oynayan kişilerin başında Halil İnalcık gelmektedir. Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’ın başlattığı belgeye ve kanıta dayalı tarih yazımı geleneğinin Türkiye’de günümüzdeki en önemli temsilcisi, hiç şüphesiz Halil İnalcık’tır. Anılan iki yerli tarihçiden her zaman gıpta ile söz eden ve talebeleri olmaktan onur duyduğunu açıkça belirten Halil İnalcık’ın bu iki büyük değerden önemli bir farkı da, dünyaya mâl olan bir Osmanlı tarihçisi olarak, bu alanda çalışan birçok yerli talebenin yanında, bir o kadar da yabancı talebe yetiştirmiş olması ve yazdığı eserlerin birçok dünya diline çevrilmesidir.
Toplumların tarihsel gerçekliklerinin "uzun dönem" (long duree) yaklaşımıyla bir arada değerlendirilmesi gerektiğini benimseyen Annales ekolünün ilk uygulayıcıları olarak kabul edilen bu kuşağın en önemli halkalarından biri olarak değerlendirilmesi, hakkın teslimi anlamında ayrı bir önemi haizdir. Belgeyle doğrulanmış bilgiden yoksun sosyolojik ve ideolojik değerlendirmelerin, Osmanlı gerçekliğinin anlaşılmasını kolaylaştırmak yerine gittikçe güçleştireceğine inanan İnalcık, zaman ve mekan bütünlüğünün önemine güçlü bir değer atfetmektedir.
Halil İnalcık’ın çalışmaları, başta tarih olmak üzere sosyal bilimlerin değişik alanlarında önemli eserler veren bir alimin geniş ilgisine işaret etmektedir. İnalcık'ın bütün bir Osmanlı sisteminin sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. birçok yönünü yıllarca arşiv belgeleri arasında inceledikten sonra, Osmanlıların adalet anlayışının sadece siyasal alanla sınırlı olmayıp başta ekonomi olmak üzere hayatın diğer alanlarıyla da olan ilgisini keşfetmesi, bir bilim adamının ötesinde, bir bilge olduğunu anlamamız için yeterlidir.
Sultanın makamından çıkan fermanlar, Devlet-i Aliye’nin şehrin en kenar mahallesindeki sakininden kırsalın en ücra köşelerindeki köylü üreticiye kadar tüm ahalinin kendini güven içinde hissettiği ve eğer bir yanlışlık söz konusu ise “adalet”in mutlaka bir gün tecelli edeceği inancıyla hayat mücadelesine devam ettiği bir atmosferin hakimiyetine neden olmuştur. Osmanlı sultanlarının yayınladıkları “Adaletname”lerin, günümüzde kırktan fazla devletin yaşadığı geniş Osmanlı coğrafyasındaki çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli bu toplumdaki esnaf, tüccar ve köylülerin yüzyıllarca kendilerini güven içinde hissetmeleri ve hayata değer katarak bir hayat sürmelerinde ne derece önemli rol oynadığını, bugün Halil İnalcık sayesinde daha iyi anlayabiliyoruz.
Halil İnalcık adaletname kavramını şu şekilde tanımlamaktaydı: Devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklinde bir padişah hükmüdür. Burada, hükümdarın, bütün otoriteler, kanunlar ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf etmek için en son tedbir olarak ortaya çıkmaktadır. İnalcık'ın üstünde durduğu Osmanlı devlet anlayışına göre, ortaya çıkan haksız durumlar ve hoşnutsuzlukların bertaraf edilmesi ancak padişahın "adil" olması ile, yani halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyette bulundurmakla mümkündür.
Osmanlı ekonomisi klasik, erken modern ve modern dönemlerde tarım sektörünün hakim olduğu bir ekonomiydi. Halil İnalcık Osmanlı klasik dönemini 1300-1600 dönemi olarak kabul eder. 20. yüzyılın ortalarında Türkiye’deki iktisat tarihi araştırmaları ve yazımında hakim paradigma ile ciddi bir biçimde hesaplaşmaya giren İnalcık, tarımsal alanda uygulanan Osmanlı tımar sisteminin Avrupa’daki feodaliteden birçok yönüyle farklı olduğunu belgelere dayalı olarak ispat etmiştir. Sultanlarla krallar arasındaki en önemli farkın Osmanlı “adalet” anlayışı ve “adaletnameler” olduğuna işaret eden İnalcık, sipahi ile yerel feodal beyler arasında esasta farklılıklar olduğunu ve Osmanlı köylüsü ile Avrupa’daki feodal sistemde yaşayan köylü arasında sahip oldukları haklar ve güvenceler bakımından çok temel farklar bulunduğunu ortaya koymuştur.
Osmanlılar, bir taraftan şehirde esnaf loncalarını imparatorluktaki en temel kentsel kurum olarak görürken, diğer taraftan aile emeğine dayalı köylü çiftliğini de tarımsal üretim ve kırsal toplumun gerçek temeli olarak görüyorlardı. İnalcık, Osmanlı'nın olağanüstü zengin ve sistemli tahrirleri sayesinde, çift-hane sistemine dayalı Osmanlı kırsal toplumunu tahlil etmiştir.
Deyim yerindeyse bu konuda belgelerden teori geliştirmeye çalışan İnalcık, standart bir birimi, bir çift öküzle sürülebilecek büyüklükte bir çiftlik ve onu tasarruf eden evli bir köylü (hane) ile tanımlıyordu. İnalcık'ın literatüre kazandırdığı çift-hane birimi üç unsurdan oluşmaktaydı: Emek gücü olan hane halkı, koşum gücü olan bir çift öküz ve bu iki unsurun işleyip tasarruf edebileceği toprak alanı. İnalcık'a göre bir çiftlik, hem bir aileyi besleyecek, hem de yeniden üretim masrafları çıktıktan sonra vergiyi karşılayacak bir ürün fazlası bırakabilmeliydi. Bu üç unsur, Osmanlı'da bölünmez bir tarım ve mali gelir birimiydi.
Toprağın devlete ait olması, çift-hane sisteminin devamlılığını sağlıyordu. Köylü ise bu durumda daimi bir kiracı pozisyonundaydı. İnalcık'ın tespitine göre çiftlik biriminin bölünmezliği, kanun hükmündeydi. Devlet, bu sistemde temsilcilerinin köylü hanelerine ayrılmış arazileri işgal etmelerini ve ekmelerini kesinlikle yasaklamıştı.
Mirasa konu olmayan ve mirasçılar arasında bölünmeye konu edilemeyen çift-hane sistemindeki bu topraklar, yüzyıllar boyunca “optimum iktisadi üretim birimi” olarak Osmanlı dünyasında, bir anlamda sistemin istikrarında en önemli unsurlardan biri olarak yer aldı. Aynı dönemlerde Avrupa coğrafyasında tarımsal üretimdeki dengesizlikler ve kıtlıkların etkisiyle ortaya çıkan iktisadi ve sosyal dengesizliklerin maliyeti dikkate alındığında, bu sistemin önemi daha iyi anlaşılabilecektir.
Klasik dönemde güçlü devletin oluşumunun ve bu gücün devam ettirilmesinin askeri gücün varlığına bağlı olduğunu düşünen Osmanlıların, bunun zengin hazine kaynaklarıyla beslenmesi ve desteklenmesinin gereğine inandıklarına işaret eden İnalcık, devletin sistemi de yenileyerek bu konuda gerekli tedbirleri aldığına işaret eder. Zengin devlet kadar reayanın her türlü ihtiyacının kaşılanması konusunda da devletin alması gereken tedbirler bulunduğuna işaret eden İnalcık, bunun da kurulu düzenin istikrarlı bir şekilde devam ettirilmesinde yattığını ve köylü, esnaf ve tüccar olarak her kesimin kendi işinde kalmasının, yerini ve işini terk etmeden kendi işini en iyi şekilde gerçekleştirmesinin sistem içindeki önemini vurgular. Osmanlı toplumunda devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri, vazgeçilmez bir bölüşüm mekanizması doğurmuştur. İnalcık Osmanlılardaki kâr amacı güden yapıların, Batı'daki "homo economicus" zihniyeti ile çalışmadığını göstermiştir.
İnalcık'a göre, Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin, Batılı ulusların Doğu Akdeniz’deki (Levant) faaliyetleriyle birlikte belirli bir değişime uğraması ve kapitülasyon rejiminin de devreye girmesi ile farklı bir boyuta ulaşması kaçınılmazdı. Merkantilizm, Osmanlıların ekonomi anlayışı ile tam bir tezat teşkil ediyordu.
İnalcık, Doğu ile Batı arasındaki iktisadi anlayış farkını şu şekilde aktarmıştır: Doğulularda siyasal iktidarın, hükümdarın merkezi imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir, Batı'yı özellikle 18. yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürmüştür.
İnalcık'a göre bazı benzerliklere rağmen, Osmanlı ile Batı arasında zihniyet farklılığı mevcuttur. Osmanlı için amaç, toplumdaki bireylerin refahını sağlamak ve temel ihtiyaçlarına ulaşmalarını temin etmek iken, Batı'daki zihniyet daha çok üretmek ve daha çok gelir elde etmektir. İnalcık'a göre aradaki temel fark, aslında Batı'nın anonim şirket gibi davranmaya başlamasıydı. Gerçekten de Levant ticaretinin büyük önem taşıması ve Batı'nın bunu kendi çıkarları için en iyi şekilde kullanması ve ticaret zihniyetini ilerletmesi, temel farkın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Müslümanlar/Osmanlılar bir şehri ya da ülkeyi fethettiklerinde orayı nasıl imar ederlerdi? İslam/Osmanlı medeniyetine mensup bir şehrin belirgin özellikleri nelerdir? Çalışmalarında bu gibi önemli sorulara da cevap arayan İnalcık, “İstanbul: Bir İslam Şehri” başlığını taşıyan makalesinde, fıkıh ve hadis gibi İslam'ın temel alanlarına derin vukufiyeti bulunan güçlü bir İslam tarihçisinin yapabileceği derinlikte bir analizle, öncelikle bir İslam şehir modelini tasvir eder. Sonra da tarihte Constantinople adını taşıyan şehrin, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453 yılında fethedildikten sonra adım adım nasıl bir İslam şehri -İslambol- haline getirildiğini anlatır: "Şehrin bir tarafta bedesten, ana çarşı, dükkanlar ve kervansaraylar ile ticari-sınai bir bölgeye, diğer taraftan da yerel cami etrafında tanzim edilen mahalle topluluklarıyla bir yerleşim bölgesine ayrılması tamamen İslami kavramlara dayanmaktaydı. Her biri mahalle cemaati arasından seçilen bir imam veya kethüdanın idaresinde özerk bir topluluk olarak düzenlenen mahallelerden oluşmaktaydı. Mahallenin oluşumunda nesil değil, din merkezi rolü üstlenmekteydi. Kadı, gerektiğinde cemaatle ilgili bir karar vermek için mahalle imamlarını veya şehir kethüdalarını meclisine çağırırdı”.
İslam şehirlerinin iktisadi hayatında hisbe kurumu ve muhtesiplerin hayati derecedeki önemini belirten İnalcık, bunun temelinin “herkesin iyi bildiği şeyleri (el-ma'ruf) izlemelerini” ve “herkesin kötü bildiği şeyleri (el-münker) terketmelerini” emreden Kur’an'dan kaynaklandığını tespit etmiştir. Vakıf ve imaretlerin şehir ekonomisi ve yaşayan Müslüman ahalinin hayatındaki önemli rolüne işaret eden İnalcık, Osmanlı-İslam şehir yapısının oluşumunda bu kurumların çok esaslı bir rolü ve önemi bulunduğuna inanmaktadır.