ANALİZ HABER
ABD'nin 'Pasifik Yüzyılı' projesi ve kazanımları
Kendisini "Pasifik Başkanı" olarak tanıtan ve Beyaz Saray'daki ilk günlerinden itibaren ABD dış politikasına yeni bir yön vererek ülkesinin stratejik önceliklerinde odak noktasını Ortadoğu'dan Pasifik bölgesine kaydıran Başkan Obama, bölgeye "muhtemelen" son ziyaretini gerçekleştiriyor.
ABD Başkanı Barack Obama, hafta başından bu yana Asya-Pasifik bölgesine ziyarette bulunuyor. Görev süresi kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleriyle sona erecek Obama’nın, iki ülke ilişkilerini geliştirmek amacıyla önce Vietnam, ardından da G-7 devlet başkanları zirvesine katılmak için Japonya’ya yaptığı ziyaret, kuvvetle muhtemel bölgeye yaptığı son gezi olarak hatırlanacak.
Ancak bu gezinin, Obama’nın 2008 yılında başkanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerinden itibaren ABD dış politikasına yeni bir yön verme çabasının son merhalesini teşkil ettiği söylenebilir. Vietnam ziyaretinde, 1995 yılında başlayan iki ülke ilişkilerinde ‘normalleşme’ sürecinin tamamlandığını ortaya koyan silah ambargosunun kaldırılması ve akabinde 1945’de yılında atom bombasının atıldığı Hiroşima şehrini ziyareti, hem reelde hem de sembolik olarak Obama’nın Asya-Pasifik bölgesine yönelik yeni politikasının ‘final’ havası niteliğindeydi.
Pasifik Yüzyılı projesi
ABD’nin, Asya-Pasifik bölgesine ağırlık vererek dış politikasında denge arayışı, ‘yüzyılın dönümü’ olarak adlandırılmayı hak ediyor. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Ortadoğu ve yakın çevresinde Sovyet Bloğu’yla dirsek temasındaki ülkelerin ‘sahipsiz’ kalmasının doğurduğu boşluk ABD tarafından askeri güç kullanılarak doldurulmak istendi. Ancak savaş bölgelerine istikrarın getirilememesi, yaşanan kayıplar ve iç siyasetinin de etkisiyle bu sürece son verilmesi eğilimi ortaya çıktı.
Bu bağlamda, 2008'de başlayan Barack Obama yönetimiyle birlikte Asya’da dengelerin yeniden kurulması çağrısıyla yeni bir politika gündeme getirildi. Bunun başlıca iki safhası bulunuyor. İlki, Barack Obama’nın 2008 seçim zaferinin ardından, ABD’nin küresel konumunu belirleme ve yeniden yapılandırma süreci. İlk çalışmaların ardından, ‘Pasifik Yüzyılı’ projesi, önce Obama’nın Tokyo ziyaretinde (2009) kendisini ‘Pasifik Başkanı’ olarak tanıtması ve ardından Hillary Clinton imzasıyla yayınlanan (2011) makaleyle uluslararası kamuoyunun dikkatlerine sunuldu. Bu süreçte kavramsal düzeyde ‘merkez’ (pivot) kavramına öncelik tanınırken, ardından ‘dengelerin yeniden kurulması’ (rebalance) kavramı da dolaşıma girdi. ABD dış politikasındaki bu yeni çerçeve, 20. yüzyılın son çeyreğinde genel itibarıyla öncelikler haline gelen Batı Asya, Ortadoğu ekseninden, Pasifikler’e doğru bir kaymaya gönderme yapıyor.
İkincisi ise, 2013’te yeniden seçilmesiyle hazırlanan politika taslaklarını yürürlüğe koyma süreci. Bu politika, 2. Dünya Savaşı’nda -ki bölgede Pasifik Savaşı olarak adlandırılıyor- Japonya’nın saf dışı bırakılması ve akabinde geniş Hint-Çin’i ve Malay dünyasını da içine alan ‘komünizm’ tehlikesine karşı Güneydoğu Asya’da bölgesel yapılaşma süreciyle Asya-Pasifik’te kurulan ABD hakimiyetinin 21. yüzyılda yeni ve daha gelişmiş bir versiyonuna işaret ediyor.
Yükselen Çin
ABD’nin bölgeye ilgisinin yoğunlaşmasında ‘yükselen Çin’ faktörünün önemi ortada. Çin, ekonomik kalkınmışlığını, askeri harcamalarıyla göstermekle kalmıyor, aksine, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde geniş bir alanı ‘tarihsel egemenlik sahası’ olarak değerlendiriyor. Ve bu iddialarını agresif bir şekilde sergileyerek, donanma ve hava kuvvetlerinin mobilizasyonuna el verecek alt yapı çalışmalarıyla tüm bölgeyi ‘çevçeve’ içine alan bir icraata soyunuyor.
‘Yeniden kurulmakta olan dengeler’ sürecinde Çin'in, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki yapılaşma süreçlerinden hareketle, bir şeylerin değişmekte olduğu, yani ABD eko-politikalarına alternatif bir yapılanmanın geliştiği de gizli-açık ortaya konuluyor. Öte yandan Çin’i sadece Doğu ve Güney Çin Denizi’nde ortaya koymaya çalıştığı politikaların sınırına hapsetmemek gerekiyor. Aksine Myanmar’daki değişime paralel olarak karada, Çin’in Afrika’ya ulaşan ve giderek derinlik kazanan sivil ve askeri yapılaşmasında, Hint Okyanusu faktörü nedeniyle de deniz boyutunda Çin-Hindistan karşılaşmasını kaçınılmaz kılan vechesini de dikkate almak gerek. Bu anlamda ‘denge’ kavramının karşılığını, biri iç yani ABD dış politikası, diğeri dış yani Çin faktörü gibi iki olguyla ilişkisinde bulduğunu söylemek mümkün.
Hint-Pasifik Konsepti
ABD’nin bölgedeki arayışlarının sağlıklı bir şekilde anlamlandırabilmesi için Pasifik veya Asya Yüzyılı kavramıyla neyi kastettiğinin iyi tespit edilmesi gerekiyor. Bu noktada daha çok Doğu Asya, ASEAN ülkelerini içine alan ve bu ülkelerle çeşitli alanlarda işbirliğine vurgu yapan Asya-Pasifik coğrafyası öne çıkartılıyor. Bununla birlikte, bir ucu İran Körfezi ve Arabistan’a yani Batı Asya’ya, diğer ucu Malaka Boğazı’na kadar kadar uzanan Hint Okyanusu'nun da dahil edilmesiyle Hint-Pasifik kavramına da yer veriliyor. Ancak bu yaklaşımın henüz yaygın bir kullanım alanı bulunmaması nedeniyle, bugün Hint Okyanusu üzerinde pek fazla gündem oluşturulmadığı da bir gerçek.
Hint Okyanusu’nun ‘büyük proje’ye dahil edilmesinde, Çin’in İran ve Kuzey Kore’yle, özellikle nükleer işbirliği gibi alanlardaki etkileşimlerini engellemeye yönelik bir vechesi bulunuyor. Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin İran’ın nükleer çalışmalarının kontrol altına alınması yönündeki anlaşma şimdilik bu yöndeki kaygıların görece azaldığını ortaya koyuyor. Öte yandan, Çin’in Afrika kıtası üzerindeki inisiyatiflerini Cibuti örneğinde olduğu gibi üslerle destekleme girişiminin yanı sıra, Myanmar’ın batısındaki Bengal Körfezi’ne bakan Arakan Eyaleti’nde petrol ve doğal gaz sondaj çalışmaları, liman inşaatı ve karayolu projeleri Hint Okyanusu bağlantısının göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyan gelişmeler.
Bölge denizlerinde egemenlik iddiaları
ABD’nin ‘mega’ projesi olarak gündeme gelen Pasifik Yüzyılı projesi, işaret edildiği üzere Soğuk Savaş sonrasının Ortadoğu – Afganistan merkezli çatışmacı yaklaşımlarının kimilerince ‘tamamlandığı’, kimilerince de sonuç getirmeyecek bir sürece evrildiği sonucuna varılarak tedrici olarak terk edilmesi anlamı taşıyor. Bununla birlikte, ABD’nin küresel politikasını şekillendiren bu yeni açılımında Çin’in büyüyen ekonomisine, artan askeri harcamalarına paralel olarak Doğu ve özellikle de Güney Çin Denizi’nde egemenlik haklarına dair yaptığı açıklamalar yabana atılır gibi değil. Bu açıklamaların, 2011 yılından itibaren söylem düzeyinde giderek ivme kazanması kadar, HS 981 adı verilen dev sondaj gemisini 2014 yılında Vietnam’ın da hak iddia ettiği sularda sahaya sürmesi, 2015 yılında bazı kayalıklar üzerinde sivil ve askeri alt yapı çalışmalarına hız verip tamamlaması da hiç kuşku yok ki ABD yönetimince dikkate alınan gelişmelerdi.
Çin’in, ‘beş yüzyıldır balıkçılarımız bu sularda avlanıyor’ yaklaşımıyla tarihi referans yaparak hak iddiasını sürdürdüğü Güney Çin Denizi, zaten Ana Kara Çin’le temel egemenlik sorunları olan Tayvan ile ASEAN’ın dört üye ülkesinin de -Filipinler, Vietnam, Malezya ve Bruney- egemenlik iddiasında bulunduğu bir bölge olarak kalmıyor, geniş bir adalar coğrafyasıyla Güney Çin Denizi’ne komşu Endonezya da ister istemez kendisini baskı altında hissediyor. Kısa bir süre önce Endonezya yönetiminin, bölgeye komşu ve atıl konumdaki dört üssünde askeri yapılanmaya gideceği yönündeki açıklamasını bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Anlaşmazlığa konu olan ülkelerin her birinin bir dış politika ifadesi olarak sorunun ‘barışçıl’ yöntemlerle sonuçlandırılması konusunda hemfikir olmalarına rağmen, bunun hangi yöntem ve araçlarla ortaya konacağı konusunda ciddi bir anlaşmazlık var.
Çin, sorunun taraf ülkelerle ‘teke tek’ yapılacak görüşmelerle hâl yoluna konulmasında ısrarcı. Bu noktada Çin’in elini güçlendirense bölge ülkelerinin Çin’in iddiaları karşısında bir iki istisna hariç, ne tek başlarına durabilmeleri ne de ASEAN içerisinde ortak bir siyasi yaklaşım geliştirebilmeleri. Buçerçevede belki de zikredilmeye değer yaklaşım, Filipinler ve Vietnam’ın konunun uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ele alınmasını istemekle kalmaması, aksine Filipinler örneğinde olduğu gibi, uluslararası tahkim mahkemesine başvurması. ABD’nin rolü de burada ortaya çıkıyor. Bölge ülkelerinin kırılgan toplum yapıları, ekonomik istikrarın göreceliliği bu ülke yönetimlerini Çin karşısında ABD ile işbirliğine açık hale getiriyor. ABD ise bu süreçte her şeyi hâl yoluna koyma çabasını üst düzeyde yürüterek hem bölge ülkelerini liberal ekonominin ‘imkanlarıyla’ buluşturma hem de askeri varlığını bu ülkelerle geliştirme çabasında.
Dünya deniz ticaretinin yaklaşık yüzde otuzunun bu bölgede gerçekleşmesi, serbest deniz ticaretinin engellenebileceği yönündeki endişe, konunun ABD dış politikasının ilk sıralarında yer almasına neden oluyor. Bölge denizinin bu önemine binaen, en azından Çin masaya oturuncaya kadar, ABD’nin taraf olan ülkeleri biraraya getirip birbiriyle örtüşen hak iddialarını çözüme kavuşturması beklenebilir.
Küresel planda tarihsel devamlılık: Liberal ekonominin tesisi
Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki bu etkileşimin dışında, ABD’nin Güney Çin Denizi sorununa yaklaşımı küresel bir nitelik arz ediyor. Bu nedenle, Amerikan yönetimince gündeme getirilen ikili ve blok ülkeler arasında ticari ve ekonomik anlaşmalar yapılması, askeri üslerin kurulması ve limanların hizmete açılması gibi icraatları salt bir güç gösterimi şeklinde algılanmamalı. Aksine, ABD bu girişimlerde bulunurken, bölge ülkelerine ‘kurallar manzumesi’ denilebilecek, kendi siyasi ve ekonomi görüşünü kapsayan kümülatif bir dünya görüşü sunma çabasında. Bugün Güney Çin Denizi sorununda barışçıl çözüm çağrıları yapılırken, Çin bunu taraf olan ülkelerle birebir yüzleşerek yapma peşindeyken, ABD bölgesel ve uluslararası anlaşmaları gündeme taşıyor.
Bu anlamda 2. Dünya Savaşı sonrasının yeni müttefikleri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Tayland, Filipinler’le ve -son bir gelişme olarak Vietnam’la- askeri boyutu öne çıkartılan ikili işbirliği anlaşmalarına karşılık, ASEAN’la ekonomi eksenli yapılaşma çerçevesinde, yüzyılın anlaşması olarak değerlendirilen ‘Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’yla (TPPA) Pasifik Okyanusu’nun doğu ve batı yakasından on iki ülkeyle başlatılan küresel ticaret anlaşması öne çıkıyor. Bu noktada, Pasifik yüzyılında ABD donanmasının yüzde altmışının bu bölgede konuşlandırılması, salt Adalar sorununda Çin’le olası karşılaşmalar için değil, TPPA başta olmak üzere çeşitli anlaşmalara konu olan deniz aşırı ticari faaliyetlerin korunması da hedefleniyor. Amerikan yönetimi TPPA bağlamında ülkedeki üretim sektörlerinin kazanımını hedeflerken, anlaşmaya taraf olan ülkelerde de ABD’deki yapılanmaya benzer bir ‘ticaret ahlakı’ ve ‘kurumsal yapılanma’ yani, bu anlamda ‘uluslararasılaştırılma’ sürecine dönük politikalar oluşturulmasına çalışıyor.
Bu süreçte Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin üst düzey yöneticilerinin söylemlerinde tanık olunduğu üzere, bölgede görece kendi içine kapalı ülkelerle kurulan ikili ve bölgesel işbirlikleriyle bu ülkeler kendilerine ‘değer’ atfedildiğini, sözlerinin dinlendiğini ve böylece itibar gördüklerini fark ediyorlar. Yeni Zelanda’da TPPA’nın imza töreninin gerçekleştirilmesinin ardından (2016), Endonezya, Tayland ve Filipinler’in de bu blok içinde yer alma yönünde talepkar tutumlar sergilemeleri, cazibe merkezinin boyutunu gösteriyor.
Aslında ABD yönetim çevrelerinin TPPA ile herhangi bir ülkeyi hedef almadıkları yönünde yaptıkları açıklamanın haklı bir yönü bulunuyor. Temelde hedef ticaretin ‘kurallarını’ belirlemek ise -ki ABD bunu yapıyor-, farklı siyasi yapılaşmalara sahip bölge ülkelerini bir ‘kurallar bütünü’ ekseninde biraraya getiriyor. Bir süre sonra Çin de bu kurallar bütününü kabul ettiğini açıklarsa, TPPA’ya alınmaması gibi bir durum söz konusu olmayacak.
ABD’nin bölgede ‘kurallar manzumesi’ ortaya koymaya çalışması yeni bir olgu değil. Bundan beş yüz yıl önce bölgeye nüfuz etmeye başlayan Batı Avrupalı denizci uluslarından İngiltere ve Hollanda Krallıkları, kendi oluşturdukları dönemin ticaret ve askeri ‘kurallar manzumesinin’ bölge yönetimlerince ‘benimsenmesine’ çalışıyorlardı. Bunu önce site şehir devletleri hükümdarlarına ticaret anlaşmalarını kabul ettirerek veya ‘dayatarak’, reddi halinde de ‘gelişmiş deniz kuvvetleri ve toplarıyla’ zorlayarak yapıyorlardı.
21. yüzyıl başlarında gelinen bu noktada, bölge devletlerinin böylesine uzun dönemli bir geçmişe dayanan Batı belirleyiciliğine karşı alternatif ortaya koyabileceklerini ve bu anlamda bir donanım sahibi olduklarını düşünmek fazla hayalci bir yaklaşım olur. ABD yönetiminin son dönemde bölgeye yönelik ilgisi ve geliştirmeye çalıştığı politikaların arka planında, böylesine tarihi bir derinlik bulunuyor. Ve ABD yönetimi bu tarihi derinlikten bihaber değil.
Yüzyılın projesinde kültür faktörü
‘Yüzyılın projesi’, salt ekonomi ve askeri temellere oturtularak sınırlandırılamaz. Bu projenin görünmeyen ya da pek fazla öne çıkartıl/a/mayan vechesinde, ‘vazgeçilmez bir Amerika imajı’ olgusu bulunuyor. Bu imaj, moda, spor, eğlence sektörü gibi gündelik yaşamın popülist yönlerinin yanı sıra, ‘eğitim’, ‘kültür’ ve ‘bilimsel araştırmalar’ gibi daha temel alanlarda çalışmalar yapılması ve buna önemli kaynakların ayrılması, ABD’nin bir ‘Amerikan medeniyeti’ modeli ihracı vizonuyla bağlantılı.
Sadece üniversite öğrencilerine değil, akademisyenler, sivil toplum ve siyasi kuruluşları içine alacak şekilde, eğitim ve kültürel işbirliklerinin pratiğe dönük yönleri arasında yolsuzluklarla mücadele, insan hakları temelli yasaların oluşturulması, dini özgürlüklerin yaygınlaştırılması gibi unsurlar dikkat çekiyor. Bu noktada ABD’nin bölgedeki her ülkeye sunabileceği bir ‘değerler birikimi’ olduğunu, Myanmar’da demokratik toplum oluşturulması, Endonezya’da yolsuzlukların üzerine gidilmesi, Güney Kore’de bilim ve sanayinin geliştirilmesi, Filipinler ve Tayland’da insan hakları ihlalleri üzerine odaklanılması bağlamlarında görmek mümkün.
Son dönemde Vietnam’la ‘olağanüstü’ denilmeyi hak edecek şekilde geliştirilen ilişkilerin arka planında, bu ülke halkının yüzde 78’inin ABD’ye pozitif bir yaklaşım sergilemesinin payını küçüksememek gerekir. Bu istatistiki verinin bizatihi kendisi, iki ülke ilişkilerinde ‘kültürel’ zeminin de hazırlandığı ve bu alanda kayda değer çalışmalar yapıldığı anlamına geliyor. Bu anlamda, aralarında yarım yüzyıl cunta rejimlerine konu olan ve kapılarını yeni yeni dünyaya açan Myanmar ile komünist ideolojiyle yönetilen Vietnam gibi ülkelerin de içinde bulunduğu bölge ülkelerinde ABD politikalarını doğrudan destekleyici mahiyet taşıyan kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin aldığı ve alabileceği rol yadsınamaz. Bu çerçevede ABD yönetimi, eğitim, kültür ve bilim odaklı programlarla otokratik, diktatör, tek parti rejimi gibi adlandırmaları hak eden ülkelerdeki sivil toplumu demokratik reformlarla buluşturmayı hedefliyor.
Pasifik Başkanı
ABD’nin Pasifik bölgesinde hiçbir ülkeyi gündem dışı bırakmayan yüzyıla damgasını vuran projesi yürürlüğe girmeye başladı. Bu proje, ABD’nin bölgede önünü açmaktan öte, eko-politik, kültür ve askeri anlamda küresel bir yapılaşma anlamı taşıyor. Bu anlamda ABD ideolojik farklılıklara rağmen bölgede masaya otur/a/mayacağı rejim olmadığını açıkça ortaya koydu. Bu anlamda, örneğin Vietnam’la görece kısa sürede ortaya konan kayda değer gelişmelerin, bölge ülkeleri üzerinde de olumlu bir etki yapacağı kesin.
Pasifik Yüzyılı projesinin bölge dengelerini Amerika lehine değiştirme sürecine girdiği söylenebilirse de, bölgenin dinamik siyasi yapısı Çin dahil her ülkenin bir diğeriyle ilişkilerini yenileyebileceğini ortaya koyuyor. Bunun izlerine de bugün dahi tanık olunmakta. Ancak iki dönemdir ABD’yi yöneten başkan Obama’nın selefi George W. Bush’un aksine, ilk elden Amerikan askerlerini harekete geçirmek yerine, siyaset ve ekonomi mekanizmasını sonuna kadar kullanarak, bugün Pasifik bölgesinde ABD için yeni bir döneme imza atan başkan olarak anılacak.