TÜRKİYE
İşte Haşhaşilerin tarihçesi!
-
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yıldır anlattığı Haşhaşiler, 7’den 77’ye hepimizin ezberlediği kavram oldu. Peki ama bu Haşhaşilik nedir ki, tarih boyunca nice örgütlere kaynaklık etmiş, günümüze kadar da dillere dolanmış?
Malum Haşhaşiler, kimler ve ne olduğu tam bilinmese de günümüzde oldukça popüler.. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yıldır meydanlarda bağıra bağıra anlattığı Haşhaşiler, 7’den 77’ye hepimizin ezberlediği kavram oldu. Peki ama bu Haşhaşilik nedir ki, tarih boyunca nice örgütlere kaynaklık etmiş, günümüze kadar da dillere dolanmış. Odatv'den Asiye Güldoğan Haşhaşiler hakkında daha önce bilinenin aksine farklı bir yazı kaleme aldı. Haşhaşiliği ve “dini terör örgütleri” kuran Hasan Sabah değil, “dinlere inanmayan din alimi” Meymun adında biriymiş. Devlete nasıl sızdıklarını da anlatan Güldoğan tarikatın nasıl bir yapılanma içinde olduğunu da yazdı.
İşte bilinmeyenleriyle Haşhaşi örgütü:
Haşhaşîler denildiğinde, akla Hasan Sabbah, onun meşhur Alamut Kalesi, bir de uyuşturduğu fedaîlerini sahte cennete sokup, kadınlarla her türlü zevki yaşattıktan sonra çıkarıp, onlara o cennete tekrar kavuşmaları için görev vermesi, fedaîlerin de “gerçek zannettiği” bu “sahte cennete” tekrar kavuşabilmek için bir an önce ölmek uğruna verilen her emri yerine getirmesi akla gelir.
Hasan Sabbah, İsmailîler veya Fatimiler adıyla bilinen ama gerçekte dünyanın en gizli örgütlerinden biri olan bir tarikatın, Meymunîlerin, İran bölgesinde yaşayan temsilcilerindendi. O tarikatına, gerçekte gizli örgüte, Haşhaşîlik boyutunu katmış ve kendine has bir fedaîler sınıfı oluşturmuştu.
MEYMUN'DAN HASAN SABBAH'A
Bu akımların temeli olan gizli tarikat Meymunîlik, Meymun ile başlıyordu ve bunların tarihi, Meymun’dan Hasan Sabbah’a, ondan son Haşhaşî lideri Şeyh-ül Cebel Sinan’a kadar uzanıyor.
DİNLERE İNANMAYAN BİR DİN ALİMİ: MEYMUN
Doğu İran’da yaşayan Meymun, bir fakih (islâm fıkhı uzmanı) olarak tanınıyordu. Oysa gerçekte hiçbir dine bağlı olmayan, tersine her dini hor gören birisiydi. Yakın arkadaşları ve oluşturduğu çevresiyle bir araya geldiğinde din ile alay ediyor, bu tutumunu âdeta bir ideoloji haline getirip çevresini örgütlemeye çalışıyordu. Her gece toplanan Meymun ve çevresi, bu görüşlerini yaymak istiyorlar fakat içinde bulundukları toplum İslâm toplumu olduğu için, açıktan İslâm düşmanlığı da yapamıyorlardı.
ŞİİLİK PERDESİ ALTINDA GİZLİ FAALİYET
Meymun ve arkadaşlarının izlediği bu yol, ister istemez gizliliğe dayanıyordu. Gizliliğin dışında yaptıkları bir başka şey ise, Şiiliğin merkezi olan İran’da, sünni mezhebine karşı şiiliği savunuyor görünmekti. Şiilik, esasen yapısı nedeniyle gizli çalışmalara perde olacak yapıda bir mezhepti.
Meymun ve arkadaşları Şiilik perdesi ardında, kendilerine özel ‘toplumları yönetmek’amacına dayalı gizli mezheplerini yaymaya çalıştılar ve bu konuda azımsanmayacak bir örgütlenmeye girdiler. İslâm toplumunda, islâm karşıtı bir akımı yaşatabilmek için, büyük bir gizlilik içeren yapılanma oluşturdular.
“BAŞKALARI NASILSA ONDAN GÖRÜN”
Meymun’un kurallarına göre, adamlarından her biri, yaşadığı çevresinin ortamına uygun bir vaziyet almak zorundaydı. Eğer dindar çevredeyse, Meymun bağlıları, herkesten çok dindar görünecek, serbest bir çevredeyse, en serbest olacaktı. Hangi çevrede olursa olsun, çevresine herkesten daha fazla uyumlu olmak Meymun bağlılarının göreviydi.
EN ÖNEMLİ HUSUS SIR TUTMAK
Dindar çevrede bulunanlar, “çevrenin güvenini” kazanmak için “herkesten fazla”ibadet ediyorlardı. Herkesten fazla namaz kılıp, oruç tutan ve takvasıyla Müslümanların takdirini kazanan Meymun bağlısı, artık “en üstün takvalı Müslüman” kabul edildikten sonra, çevresini saran ve onu “evliya sanan” Müslümanlardan uygun bulduklarına, gerçek sırlarını yavaş yavaş açıklamaya başlıyordu. Meymun’un örgütüne girenlerin gözetecekleri en önemli husus, sır tutmayı bilmeleriydi. Zaten “sevilen, çevresi olan ve sır tutmasını bilenler” tercih ediliyordu.
Meymun bu sistemi kurduktan sonra, örgüt zamanla etkinliğini artırdı. Örgüt henüz büyüme aşamasındayken, Meymun öldü. Ama ölümünden önce örgütünü de, servetini de oğlu Abdullah’a bıraktı. Meymun oğlu Abdullah, bu gizli örgütü daha sistemleştirecek ve büyük bir güç haline getirecek kişiydi.
MEYMUN'UN OĞLU ABDULLAH ÖRGÜTÜ ŞİİLİĞE DAYADI
Babasının çevresinde yetişen, felsefeyi ve maddeciliği öğrendiği kadar, yer yüzündeki bütün dinleri araştıran Meymun oğlu Abdullah, tarikat havasındaki örgütün daha yaygınlaşması için, örgütü gerçekten de tarikata dönüştürmeye karar verdi. Meymun’un kurduğu örgüt, oğlu Abdullah sayesinde Şiiliğe dayalı bir tarikata dönüştü.
Bu “yeni bir tarikat” demekti ve Abdullah, tarikatı bütün şiileri etkileyecek bir imama dayandırdı. Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’nın torunlarından İmam İsmail’e...
İmam İsmail, Hz. Ali gibi ruhani sırlara ve ilime vakıftı. Oğlu, Muhammed Mektum, babasından bunları öğrenmişti. Abdullah da, bu ilimle ilgilenmiş ve bu ilimle tahsil etmiş biriydi. Bu yüzden “İmam İsmail tarikatını” oluşturmak onun için zor olmadı ve herkesi“İsmailî tarikatına” girmeye davet etti.
Böyle bir tarikata girmeye hazır potansiyel zaten vardı İran’da. Fakir ya da zengin, halk ya da devlet yöneticisi, her kesimden bu tarikata girmek için can atabilirlerdi. Çünkü tarikatın ismi cazipti. Hele Hz. Fatma’nın torunu olan bir imam tarafından öğretilen gizli bilgilere ve ruhani sırlara sahip olmak duygusu tarikata olan rağbeti artırdı.
YEDİ DERECELİ AYİN
Babasının bıraktığı “Daî” diye adlandırılan “propagandacılar”, “bir havari ordusu gibi” dağılıp tarikatı ve tarikatın yeni lideri Meymun oğlu Abdullah’ı her tarafta anlatıp, insanları İsmaîlî tarikatına davet ettiler.
ŞİİLİĞİN PİRİ OLDU
Kısa zamanda Meymun oğlu Abdullah’ın “ilmi zenginliği, yüksek zekası, gösterdiği kerametler” her yerde konuşulmaya başlandı. Adı sanı bilinmeyen Meymun oğlu Abdullah, bir anda en tanınmış isim haline geldi. Şiiliğin piriydi artık ve bu manevî dünya onun ruhanî idaresine geçmişti. Tarikat kurulmuş, Meymun oğlu Abdullah, bu tarikatın ilk şeyhi olmuştu.
Tarikat İsmaîlîler adıyla büyüdü, genişledi. İsmaîlîler adıyla bilinen tarikat, “gizli ilimlere” ilgisinden dolayı Batinîler diye de tanınıyordu.
YEDİ DERECELİ AYİN
Meymun oğlu Abdullah, tarikatı yaygınlaştırmış, kitlelerin ilgisini çekecek hale getirmişti ama bunlardan daha önemli başarısı, tarikat içinde manevî labirentler oluşturması ve gerçek amaca ulaşabilmek için yedi dereceye bölümlemiş olmasıydı.
Her yerde tekkeler, zaviyeler ve şubeler açan tarikatın çekirdeğinde yer alan gizli teşkilâtın yapısı, Zerdüştlüğün gizli kurallarına çok benziyordu. Zaten yedi rakamı, Zerdüştlükte kutsaldı ve Zerdüştlükte de “yedi dereceli ayin” yapılıyordu.
Zerdüştlük mezhebinin gizli mabedlerine kabul edilecek olanlar, önce bir mağaraya sokuluyor, orada arslan, kaplan veya sırtlan gibi vahşi hayvan kılıklı hayaletlere, gerçekte illizyonizme karşı mücadele veriyorlar, binbir güçlükle bu mağarayı aşabilenler ikinci mağaraya girebiliyorlardı.
İkinci mağarada onları gök gürültülerine benzeyen korkunç sesler karşılıyordu. Birbirinden tehlikeli ve korkunç yeri mağaradan geçtikten sonra Pir-i Mugan’ın huzuruna alınıyorlar ve böylece ondan mezhebin ilk kurallarını öğrenmeye başlıyorlardı.
TARİKATIN YEDİ DERECESİ
Meymun oğlu Abdullah bu sistemi kendine göre yeniden düzenleyerek tarikatını yedi dereceye ayırmıştı.
1. Müminler derecesi: Tarikatın dış yüzünü oluşturan bu derece, tarikata girmek isteyen herkese açıktı. Tarikata girmek isteyen, “bağlı olacağına söz veren” ve yemin eden herkes mümin sayılıyordu. Bu derece, tarikat mensuplarının ilk durağıydı ve bu derece tarikata alınma ve tarikatın pirine el vermekten ibaretti.
2. Yükümlüler derecesi: Birinci derecede yer alıp da, burada “yetişenler, olgunlaşanlar” arasında yetenekli olanlar, yükümlülük derecesine ulaşıyorlardı. Bunların görevi, tarikat dışında kalan topluluklara karışarak tarikatı anlatmak, “tarikata taraftar toplamaktı”. İlgilendikleri kişileri bir süre hazırladıktan sonra, uygun gördüklerini amirleriyle görüştürmekle yükümlüydüler. Bu işlerde başarılı olanlar, üçüncü dereceye yükseliyordu.
3. İzinli Daîler derecesi: Propaganda yapmaya yetki verilmiş kişilerin derecesiydi. Bunlar dışarıdan tarikata girmek isteyenleri kabul edebiliyorlar ve onlardan “İmam adına biat” alabiliyorlardı. Ayrıca tarikata girenlere “ilim ve marifet kapılarını” açıyorlar ve onlara azar azar tarikatın sırlarını aktarıyorlardı. Müminlerin derecesini yükseltenler de bunlardı.
4. Büyük Daîler derecesi: Daî-yi Ekber diye tanımlanan bu kişiler, İzinli Daîlerin amirleriydiler. İlk üç daî, bunların emiriyle hareket ediyorlardı. Bunlara “Kapı” anlamına gelen Bab deniliyordu. Bu dereceye varmış olanlar, asıl kapıdan içeriye girme hakkını kazananlardı ve bu derece, daha yüksek derecelerin kapısıydı.
5. Yudum Emenler derecesi: Büyük Daîler derecesinden sonra gelen bu derece, ilim ve marifetin kaynağı olan “Hüccet’den bir yudum ilim emmeye uygun bulunanlar”derecesiydi. Çocukların annesinin memelerinden süt emmesi gibi, bu derecedekiler ilim ve marifeti emiyorlardı. Bu dereceye varanlara Zu massa, ‘bir yudum emenler’ deniyordu.
6. Hüccet derecesi: İlim ve marifeti, kendilerinden sonra gelenlere damla damla verenlere hüccet deniliyordu. Kendisinin İmam’dan aldığı marifeti, Yudum Emenlere aktarmakla yükümlüydüler.
7. İmam derecesi: İmam, en büyük makamın sahibiydi. Doğrudan Allah ile irtibatlı olduğuna inanılan kişiydi. Gaybin ilmi ona aracısız ulaştırılıyordu. “En yüce bilgili”anlamına gelen Belâğ-ı Azam, “En büyük sır” anlamına gelen Namûs-ı Ekber gibi ünvanlara sahipti. Her yaptığı, her söylediği, dine karşı bile olsa din gibi kabul görürdü. İnanışa göre, can, mal, ırz ve kader onun emrine bağlıydı. Ona yönelik ithamlar, düşmanlıklar “Allah’a yapılmış gibi” olurdu.
Bu derecelenmelere sahip tarikatın derece sahibi olanları, işlerini iyi yapan kişilerden oluşuyordu. Zaten ilimle ilgili oldukları ve âlim tanındıkları için, halkın gözünde itibar sahibi kişilerdi.
DEVLETE OPERASYON ZAMANI
Bilgileri kadar, yöntemleri de oldukça ustaydı. İnsanlara “nasıl yaklaşacaklarını”, onların “huy ve karakterlerine uygun” nasıl davranacaklarını, insanları yönlendirmesini çok iyi biliyorlardı. Bunun dışında izlenen bir başka yol, dünyada ne kadar büyük adam varsa, onların da bu tarikattan olduklarını söylemekti. İzlenen yollar kadar, bu yolları uygulayan kişiler de önemliydi ve gerçekten bu kişiler ‘işlerini çok iyi bilen’, bölgesinde en güvenilir sayılan kişilerdi.
Uzun yıllar boyunca “sessiz sedasız” faaliyet gösterdikten sonra sadece İran’da değil, başka ülkelerde de en etkili yerlere gelmişler, “devletlere, kurumlara sızmışlar”,“topladıkları himmetlerle” ekonomik güç haline gelmişlerdi.
891 yılından itibaren devleti ele geçirme operasyonları başlattılar. Bu dönemde Ferec Kaşani’nin Zikreveyh adıyla başlattığı harekat, herkesin büyük bir din alimi gördüğüZahid’in yaptıkları tarihe geçecekti. Gece gündüz namaz kılan, oruç tutan, “günde 50 rekat namaz kılınması gerektiğini” söyleyen, yeri yurdu olmayan, güneş altında yatan, takvasıyla büyük kitleleri adeta büyüleyen Zahid, bu gizli yapıyı devleti ele geçirme noktasına getiren kişiydi aynı zamanda.
Zahid’in yaptıkları insanları şaşkına uğratan türden. Günümüze de uyan çok yönleri var. Okuduğunuz zaman, “Vay canına!” diyeceğiniz, “romanı yazılsa filmi çevrilse ratingler yıkılır” diye düşüneceğiniz cinsten.