Abdurrahman Dilipak
“Dışa açılalım” derken
Bizde ithal malına, markasına hâlâ rağbet var.. Evin buzağısı bir türlü dana olmuyor, her nedense.. Dışarıya güven, kendimize güvenden daha yüksek. Onun parası, markası, metodu, fikri daha değerli kimilerimiz için. Hani “Hikmet mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır” da, demem o değil! Kendini onlara benzetmeye çalışan bir gençlik, bir “sosyetemiz” var. Onların “yaşam tarzı”na öykünen birileri..
Kur’anî bir ölçü var, söz konusu olan siyaset ise kimseye hatta, kendi nefsinize de tam bir güven yok.. “Evinizin anahtarını kendilerine emanet etmekte sakınca görmeyecekleriniz” ölçüsü çok önemli. “Güvenmek” güzel olsa da “kontrol etmek” daha da güzeldir. Bakarsınız İshak b. Esav kardeşi Yakub aleyhisselamı öldürmeye kalkar. Kardeşleri Yusuf’u kuyuya atar. Hz. Osman’ı öldürmeye gelenlerin başında Hz. Ebubekir’in oğlu olacağını hiç düşünür mü idiniz..
“Siyaset etmek”, gelenekte “Adam öldürmek” demektir. İdamların gerçekleştirildiği yere “Siyaset meydanı” denir. “Darağacı”nın bir diğer adı “Siyasetgâh”dır.
Ebu Müslim Horasani’ye Emevi Devleti’nin yıkılmasının sebebi sorulduğunda şöyle demişti: “Dostlarını uzaklaştırdılar; düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırdıkları düşmanları dost olmadı ama, uzaklaştırdıkları dostları düşman oldu!”
Evet, bizim dünyamızda ilişkilerimiz 3 halkadan oluşur: Din temelli ittihat ve vahdet halkası, erdem temelli ittifak halkası, fayda temelli itilaf halkası.
Bunların ötesinde, adaletten yana olacağız ve işi ehline vereceğiz. Düşmanımızın bile hakkını savunacağız. Kapımız herkese açık olacak. Affedici olacağız, pişman olanlar için. Merhametimiz öfkemizden, sevgimiz nefretimizden büyük olacak.
Tek taraflı olarak, herkesin mal, can, namus, akıl-inanç ve neslinin koruyucusu olacağız. Bu anlamda “el emin” olacağız. Başkası bizim elimiz, dilimiz ve yaptıklarımızdan emin olmalı.
Biz Hakk’a tapan bir milletiz. “Şöyle yapar, şöyle edersen sonuç şu olur” değil, “Şöyle yapar-edersek Hakk bizden razı olur, o sonucu hayra tebdil eder” diye düşüneceğiz. Boşuna bize “Size hayır gibi gelen şeyde şer, şer gibi gelen şeyde hayır olabilir” denmiyor. Biz haşa “Allah’ı başarıya zorlamıyoruz”. Bizi gören duyan, bilen, hüküm sahibi, “ol” deyince olduran, “öl” deyince öldüren, kadere, rızka ve ecele hükmeden, kadir-i mutlak, mutlak iktidar sahibi olan bir Allah var ve biz onun rızasının tecellisinin vesilesi olmakla mükellefiz.
“Yoksa biz olmasaydık, bunlar olmazdı” diye bir şey yok. Allah dilerse olması gerekeni bukağılı şeytanlara da yaptırır, kâfirlerin elleriyle de gerçekleştirir. Kimse kendi aklına, makamına güvenmesin. Yoksa Karun’dan, Belam’dan ne farkımız kalır..
Düşünsenize Hz. Ali’ye iktidar vermedi. Hz. Yusuf’u ise 10 yıl bolluk ve 10 yıl kıtlıkla imtihan etti. Her peygamber, bizim zannettiğimiz mana da başarılı değildi! Peygamberler isyankâr kavimlerini kurtaramadılar. Peygamberlerin kurtarıcı gücü yok, onlar kurtuluşa çağırır.
İşin püf noktası şu: Allah cahil ve zalim bir topluluğa yardım etmeyecek.. Siz doğrularla, akıllı, dürüst, bilgili, cesur insanlarla birlikte olursanız, Allah’ın yardımı size ulaşacak.. Bakın görevden aldıklarınızın yerine yeni isimleri seçerken buna dikkat edelim. Yarın aday belirlerken de, bürokrat tayin ederken de.
Sonuçta siz yaparsanız yapın, tencere yuvarlanacak, kapağını bulacak.. Her topluluk layık olduğu gibi idare olacak. Allah’ın dediği olacak. Bu süreçte de bizler yapıp yapmadıklarımızla ya kendi cennetimize sırtımızda tuğla taşıyacağız, ya da kendi cehennemimize sırtımızda odun taşıyacağız. Müslüman hayır gibi görünse de, şer gibi görünse de, başına gelen her olayın Cenâb-ı Hakk’tan geldiğini bilir. Rabbine şükreder; olan şeyleri bir ikaz, bir imtihan olarak görür, sabreder. Şükreder. “Olur ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir, olur ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (2/216) diye boşuna yazılmadı kitaba! Yoksa başka türlü nasıl imtihan olacağız. Her şey zıddı ile kaim, bazı gerçekleri nasıl anlayacağız. Şairin dediği gibi “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın/ gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın.”
Çile insanı olgunlaştırır. Tarih övgü ya da sövgü değil, toplumun tecrübeler birikimi, ibret dersidir.. “Bizim yaşadığımız güçlüklerin bizden sonraki nesiller için ibret dersi olması, aynı çilelerin yaşanmaması için bir mihenk taşı” olması gerekir..
Hülâgü’nün Bağdat katliamını hatırlayalım. Beytül Hikme nasıl yıkılmıştı. Bu felaketin tek sorumlusu Hülâgü değil. Şiî vezir İbn-i Alkami halifeye sâdık biri değildi. Ama halifenin bir şekilde güvenini kazanmıştı.. Asıl gayesi Abbasilerin yerine Şiî bir devleti kurmaktı. Bunun için Hülâgü’yü Irak’a girmeye kışkırtmaya başladı.. Öte yandan; Şiî Nâsırüddîn Tûsî de Hülâgü’ye danışmanlık yapıyordu. O da Alkami gibi Hülâgü’yü Bağdat’a girmeye teşvik ediyordu. Sonunda Hülâgü Bağdat’a saldırdı. Elli gün süren muhasaradan sonra vezir İbn-i Alkami, barış görüşmeleri için halifeyi ikna ederek Hülâgü’nün yanına gitti ve onunla, Bağdat’a girmesi halinde kendini vezir yapması için anlaştı. Sonra da halifeye dönerek, teslim olurlarsa hayatlarının bağışlanacağını söyleyerek halifeyi teslim olmaya ikna etti. Sonuçta halife teslim oldu 400 bin Müslümanla birlikte halife ve yakınları şehid edildi. Beyt-ül Hikme yakılıp yıkıldı. Şimdi tekrar Eba Müslüm Horasani’nin sözlerini hatırlayalım ve müşavirlerinize, yardımcılarımıza dikkat edelim. Şeytanın dostlarını dost edinmeyelim, kibirli, para, kadın ve makama ihtirasla sarılanlardan, kaba, cahil, korkak, fasık insanlardan uzak duralım.
Dışa açılmaya evet, ama şeytan ve onun münafık, müfsid, fasık dostlarına kapı aralamaya hayır. Selam ve dua ile.