22.07.16, Cuma
İbretlik üç menkıbe..
Peygamber efendimiz 'aleyhissalatü vesselam', küçük günahtan sakınıp, büyük günaha düşmenizden korkarım, buyuruyor. Öyle insan vardır ki, Cennete bir adım kala, öyle kötü bir iş yapar, Cehenneme gider. Öyle insan vardır ki, Cehenneme bir adım kala, güzel bir işinden dolayı Cennete gider.
Son nefese kadar hem korkulur, hem ümitli olunur. İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Şeytan nefsin yanında hiç kalır. Şeytan iki mü'minin arasına giremez. Fakat münakaşa, dedikodu ederlerse, girer. Fakat nefis senelerce bekler, bir hata görürse, saldırıp vurur. Neyse ki sahipsiz değiliz.....
Evliyanın büyüklerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî "rahmetullahi aleyh" hazretleri, Nizâm-ı Hâmûş'un talebesi ve Molla Câmî'nin hocasıdır. Tasavvufta yüksek derecelere nasıl eriştiğini şöyle anlattı:
"Büyüklerin huzurunda nasıl hizmet edileceğini kediden öğrendim. Bir gün bir kedinin, deliğin başında kılını dahî kıpırdatmadan beklediğini gördüm. Geriden tâkib etmeye başladım. Kedi, deliğin ağzında, fârenin çıkmasını saatlerce hareketsiz bekledi. Bu sırada kendi kendime; "Ey kendisine dahî bir faydası olmayan Sa'düddîn! Bir kedi, maksadına kavuşmak için bu kadar dikkatli olur, saatlerce kıpırdamadan, adeta edeble beklerse, seni yüksek derecelere kavuşturacak olan hocana hizmette niçin, bir aciz kedi kadar dikkatli olmazsın. Yazıklar olsun sana ey nefsim!" demekten kendimi alamadım. O günden sonra, hocama hizmette çok hassas davrandım ve onun en çok sevdiklerinden oldum."
Osmanlı zamanında yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hızır aleyhisselam, bazen yatsı namazında, Yeni Câmî'de görülürmüş. Kendisi de zâten Hızır aleyhisselâm'ı görmeyi öteden beri çok istermiş. Duyduğu söz üstüne ertesi gün kocasına durumu bildirip, ondan izin alarak yatsı namazına Yeni Câmî'ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çıkanlara dikkatli dikkatli bakmaya. O, pür dikkat çıkanları tâkip ederken, karşısından bir yaşlı amca çıkagelmiş. -
Neye bakarsın hâtun? -
Dediler ki, bu câmîde her gece Hızır aleyhisselâm görünürmüş. Onu görmeye geldim.
- Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?
- Bilmem.
- O zaman buradan geçse, sen onu tanıyamazsın.
- Doğru, nasıl da akıl edemedim.
- Bak öyleyse, sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim.
- Olur
- Arkamdaki câmîyi görüyor musun?
- Evet
- Kandillerine bak. Söndü mü şimdi?
- Aa! evet, söndü.
- Şimdi bir daha bak, ışıklar tekrar yandı mı?
- Baktım. Evet şimdi de yandı.
- Peki öyleyse. İşte aynı böyle, arkasında duran câmînin ışıklarını olduğu yerden kıpırdamadan yakıp söndüren birisini görürsen, işte o Hızır'dır.
- Doğru mu?
- Doğru
- Hay Allah râzı olsun, demiş ve kadın beklemeye devâm etmiş. Fakat tabiî herkes dağıldığı halde, târife uygun kimse çıkmamış. Bizimki de mahzun eve dönmüş. Kocası sormuş:
- Gördün mü Hızır aleyhisselâm'ı?
- Yok, göremedim.
- Vah vah.
- Olsun, göremedim ama, nasıl görülür çok iyi öğrendim...
düşünün Hızır aleyhisselamı görüyor hala nasıl görünür onu öğrendim diyor.Şu yaşadıklarımızı görüp sizde şaşıyorsunuz ve şaşırıyorsunuz insanın gözü kör olursa hiç bir şeyi göremez.
Aşçı Yahya Baba
Edirne evliyasındandır. Aşçı Yahyâ Baba sâdece insanları değil, bütün mahlûkâtı severdi.
Her gün yemek dağıtımından sonra artan pilavı Tunca balıklarına dökerdi.
Bir süre sonra oranın anbar memuru; "Her gün pilavlar Tunca Nehrine dökülüyor.
Demek ki fazla geliyor. Verilen pirinç mikdârını azaltın." diye emir verdi.
Kilerci her gün artan pilav kadar az pirinç vermesine rağmen, her zamanki kadar pilav arttı.
Aşçı Yahyâ Baba yine bu pilavı kepçe kepçe Tunca balıklarına serpti.
Onlar yedikçe o doyuyordu.
Her gün pirinç azaltılmasına rağmen sonuç değişmedi.
Öyle oldu ki, durum pâdişâha aks etti. Sultan da denemek istedi.
Kararlaştırılan günde bütün misâfirler yemeklerini yediler.
Yemek yiyenler her zamanki misâfirden fazla ve pirinç mikdârından az olmasına rağmen pilav yetti ve arttı.
Yahyâ Baba balıkların nasîbini nehre dökeceği sırada Sultan Bâyezîd-i Velî'nin; "Yahyâ Baba! Bu yaptığın isrâf değil midir?" demesi üzerine, binlerce balık başını sudan çıkarıp; "Sultânım! Devletin artığını bize çok mu görüyorsun?.. Senin devletinin ikrâmı sâdece insanlara mıdır?" dedi.
Aşçı Yahyâ Baba orada secdeye kapanarak rûhunu teslim etti. Onun büyüklüğünü anlayamayanlar, yaptıklarına çok pişmân oldular. Muhteşem bir cenâze merâsimi ile külliyesinin kuzey tarafındaki bahçeye defnedildi.
--
Aşçıbaşı böyle olursa
Şam'da kabri bulunan evliyadan Üveys Medeni "rahmetullahi aleyh" efendi, dergahın aşçıbaşısı idi. Birgün dergaha kibirli bir müderris geldi. Şeyhi imtihan etmek istiyordu. Dedi ki:
"Namazdan sonra tesbih çekerken neden önce,"Sübhânallah"sonra"Elhamdülillah" sonra da "Allahü ekber" deniliyor, bunun hikmeti nedir? Niçin önce "Allahü ekber" denmiyor"
Şeyh Efendi ona:
"Böyle suallerle beni meşgul etmeyin, buna bizim aşçıbaşı cevap versin" dedi.
Aşçıbaşı Üveys Medenî hazretleri onun bu müşkülüne şöyle cevap verdi:
"Kulların kalpleri mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisinden temizlenmedikçe (ki bu da "Sübhânallah" demekle olur) nîmetlerine şükredemez. Şükretmeyen de yâni"Elhamdülillah" demeyen de O'nun azâmetini, büyüklüğünü anlayamaz. Bundan sonra da; "Allahü ekber" der. Bu sebeple tesbih bu tertib üzeredir." buyurdu.
Müderris, aldığı cevap karşısında şaşkına döndü. "Allah adamları ne mertebededir ki, onların aşçıbaşısı bile 40 senelik müderrisden daha âlimdir" dedi ve o dergaha talebe oldu.