Taha Kılınç
Peygamber Efendimizin (SAV) sünneti
Peygamber Efendimiz, ümmetinin başına gelecekleri biliyordu ve bunları da haber verdi. Mesela bir hadis-i şerifte;
(Benden sonra, ümmetim arasında ayrılıklar olacaktır. O zamanda olanlar, benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine yapışsın! Dinde meydana çıkan şeylerden uzaklaşsın! Dinde yapılan her yenilik bidattir. Bidatlerin hepsi dalalettir. Dalalet sahiplerinin gidecekleri yer, Cehennem ateşidir) buyuruldu.
Bu hadis-i şerif, bu ümmette çeşitli ayrılıklar olacağını haber vermekte ve Resûlullah efendimizin ve Onun dört halifesinin yolunda olana sarılınız denmektedir. Sünnet, Resûlullah efendimizin, sözleri, bütün ibadetleri, işleri, itikatları, ahlakı ve bir şey yapılırken görünce, mani olmayıp susması demektir. Nitekim bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Ümmetim arasına fesat yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehit sevabı vardır!) Yani nefse, bidatlere ve kendi aklına uyarak İslâmiyetin hududu dışına çıkıldığı zaman, benim sünnetime uyana, kıyamet günü yüz şehit sevabı verilecektir. Çünkü fitne fesat zamanında İslâmiyete uymak, kâfirlerle harp etmek gibi güç olacaktır.
--
Resûlullah Efendimizi hayatta iken de, vefatından sonra da, vesile ederek dua etmek sahihtir ve caizdir. Bunun gibi, evliyayı, salihleri vesile ederek dua etmenin caiz olduğunu hadis-i şerifler göstermektedir. Peygamber Efendimizin ve evliyanın kabirleri yanında, onları vesile ederek yapılan dualar çabuk kabul olunur. Resûlullah Efendimiz;
(Ya Muhammed, seni vesile ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi. Vefatından sonra, Eshab-ı kiram bu duayı okurlardı. Taberânînin bildirdiği hadis-i şerifte;
(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “ey Allahın kulları, bana yardım ediniz” desin! Çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır) buyuruldu. Berîkada deniyor ki:
“Allahü teâlâya dua ederken, peygamberleri, salihleri vesile etmek ve vesile olmalarını onlardan istemek caizdir.” İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Resûlullahı vesile kılarak Allahü teâlâya dua etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı bir şey demedi. Yalnız ibni Teymiyye bunu kabul etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyleyerek ortaya bir bidat çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, imam-ı Sübkî güzel açıklamaktadır.” Tezkiret-ül-Evliyâda deniyor ki:
“Talebesinden bir kısmı sefere çıkarken, Ebül Hasan Harkânî hazretlerine gelip, yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir dua öğretin de, önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım dediler. Önünüze bir bela çıkarsa, 'ya Ebel-Hasan' deyiniz buyurdu. Hocalarının bu cevabı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıya çıktı. İçlerinden biri, 'ya Ebel-Hasan' dedi. O ve eşyası, hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını haydutlar götürdüler. Eşkıya gidince, ona, 'sen nasıl kurtuldun' dediler. 'Ya Ebel-Hasan dedim, yanıma gelmediler' dedi. Geri döndüler. Biz ya Allah dedik, Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu, ya Ebel-Hasan dedi kurtuldu. Bunun sebebini bildirmesi için, hocalarına yalvardılar. Siz Allahü teâlâyı, haram giren, haram çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise, Ebül-Hasan’ı vesile eyledi. Allahü teâlâ, bunun sesini Ebül-Hasan’a duyurdu. Ebül-Hasan da, bunun kurtulması için dua etti, duası kabul oldu buyurdu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
"Her şeyden önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği, kitaplarında yazdığı itikadı öğrenmek ve imanını buna göre düzeltmek lazımdır. Ondan sonra, fıkıh ahkamını öğrenmeli, farzları yapmaya sarılmalı, helale, harama dikkat etmelidir. Farzların yanında, nafile ibadetlerin, hiç kıymeti yoktur. Zamanımızın Müslümanları, farzları bırakıp nafilelere sarılıyor, nafile ibadetleri yapmaya ehemmiyet verip, farzları mesela beş vakit namaz kılmayı, ramazan ayında oruç tutmayı, zekât, uşur vermeyi, borç ödemeyi, helali, haramları öğrenmeyi hafif ve ehemmiyetsiz görüyorlar. Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, bir kuruş zekâtı bir Müslümana vermeyi benimsemiyorlar. Halbuki, bilmiyorlar ki, bir kuruş zekâtı yerine vermek, binlerle lira sadaka vermekten, kat kat daha sevaptır. Zekât vermek, Allahü teâlânın emrini yapmaktır. Sadaka ve hayratın çoğu ise, şöhret, hürmet ve nefsin şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riya, gösteriş karışmaz. Nafile ibadetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, aşikâre, açıkça vermek lazımdır. Bu suretle insan iftiradan kurtulur. Nafile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabul ihtimali fazla olur. Sözün özü şudur ki, dünyanın zararından kurtulabilmek için, İslâmiyete yapışmaktan başka çare yoktur. Dünya zevklerini büsbütün bırakamayanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, yani dünyayı terk etmiş sayılmaları lazımdır. Bunun için de, her sözü ve her işi İslâmiyete uygun yapmalıdır."
Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” Her zaman ezanı dinlerdi. Sordular: “Ey müminlerin anası, niçin ezan okunurken işini terk ediyorsun?” (Ben Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” işittim, “Ezan okunurken iş işlemek dinde noksanlıktır” buyurdu. Onun için ezan okunurken işimi terk ederim) dedi.
Ebû Hafs Haddâd “rahime-hullahü teâlâ”, demircilik yapardı. Her ne zaman ezanı işitse, çekici yukarı kaldırmış ise, aşağıya indirmez, eğer çekiç aşağıda ise, yukarı kaldırmazdı. Bir kişi ile konuşuyor idiyse, hemen sözünü keser, ezanı dinlerdi. Nihâyet bu zât merhum oldu. Dostları, cenazesini götürürlerken, müezzin minareden “Allahü ekber” diyerek ezan okumağa başladı. Cenazeyi götürenlerin ayakları yürüyemez oldu. Cehd ve gayretlerine rağmen, cenazeyi götürmek mümkün olmadı. Nihayet ezan bittikten sonra, cenazeyi götürmek mümkün oldu. Ezan-ı Muhammedîye tazim ve hürmet edenler ve onun, harflerini, kelimelerini değiştirmeden, bozmadan ve teganni etmeden, minareye çıkıp sünnete uygun okuyanlar, yüksek derecelere vasıl olacaklardır.
O hâlde, ey müslümân! Sen de Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" güzel huyları gibi ahlâklanmalısın! Hattâ, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak, her müslümâna lâzımdır. Çünki, Resûl "aleyhisselâm" (Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanınız!) buyurdu. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatlarından biri (Settâr)dır. Ya'nî günâhları örtücüdür. Müslümânın da din kardeşinin aybını, kusûrunu örtmesi lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarının günâhlarını afv edicidir. Müslümânlar da, birbirlerinin kusûrlarını, kabâhatlerini afv etmelidir. Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir. Ya'nî lutfü, ihsânı boldur ve merhameti çokdur. Müslümânın cömerd ve merhametli olması lâzımdır. Bütün güzel ahlâk da böyledir.
Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çokdur. Her müslümânın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhıretde felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" şefâ'atine kavuşmak nasîb olur.
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" şu düâyı çok okurdu: (Allahümme innî es'elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ Erhamerrâhimîn). Bunun ma'nâsı, (Ya Rabbî! Senden, sıhhat ve âfiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiblerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!) demekdir. Biz zevallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi düâ etmeliyiz.