Taha Kılınç
Peygamber Efendimizden Gelen Feyzler
Çocuk iken iki kerre, ticâret edenlerle Şâm tarafına gitdi ve Busrâ denilen yerden geri döndüler. Başka hiçbir zemân, hiçbir yere gitmedi. Ümmî idi. Ya'nî hiç mektebe gitmedi. Kimseden ders almadı. Fekat, herşeyi biliyordu. Ya'nî herneyi düşünse, herneyi bilmek istese, Allahü teâlâ Ona bildiriyordu. Cebrâîl "aleyhisselâm" adındaki melek gelip, Ona her istediğini söylüyordu. Mubârek kalbi, güneş gibi, nûr saçıyordu. Onun saçdığı ilm, ma'rifet nûrları, radyo dalgaları gibi, yerlere, göklere, heryere saçılıyordu. Şimdi, kabrinden de yaymakdadır. Yayma kuvveti, her ân artmakdadır. Elektro-manyetik dalgaları almak için, radyo alıcısı lâzım olduğu gibi, Onun nûrlarını almak için de, Ona inanan ve seven ve gösterdiği yolda giderek temizlenen kalb lâzımdır. Böyle kalbi olan insan, bu nûrları alır ve bu da, etrâfa neşr eder, yayar. Böyle büyük insanlara (Velî) denir. Bu Velîyi tanıyan, inanan ve seven kimse, bunun karşısında edeble oturur veyâ uzakda, onu edeb ile, sevgi ile düşünürse, bu kimsenin de kalbi, nûr, feyz almağa, temizlenmeğe, olgunlaşmağa başlar. Allahü teâlâ, bedenimizi, maddemizi, yetişdirmek için güneş enerjisini sebeb kıldığı gibi, rûhlarımızı, kalblerimizi olgunlaşdırmak, insanlıkda yükseltmek için de, Muhammed aleyhisselâmın kalbini, oradan fışkıran nûrları sebeb kılmışdır. İnsanı besliyen, yapısını ve enerjisini sağlıyan bütün besi maddeleri, güneş enerjisi, özümleme ile hâsıl oldukları gibi, kalbe, rûha gıdâ olan, Evliyânın sohbetleri, sözleri ve yazıları da, hep Resûlullahın mubârek kalbinden fışkıran nûrlarla hâsıl olmuşdur.
Hazret-i Âişe buyurdular ki; Resûlullah efendimiz, mübarek baldırları, topuk ile dizi arası açık olduğu hâlde evimde oturuyordu. Hazret-i Ebu Bekir kapıya gelip, izin istedi, kendisine izin verdiler fakat o hâllerini değiştirmediler. Sohbete başladıktan sonra, hazret-i Ömer gelip, izin istediler, ona da izin verdiler, mübarek baldırları açık olduğu hâlde, sohbete başladılar. Sonra hazret-i Osman gelip, izin istediler. Hemen Resûlullah efendimiz oturup, hâlini düzelttiler, örtüsünü üzerine aldılar ve ondan sonra izin verdiler. Sonra hepsi kalkıp, gittikten sonra, ya Resûlallah; babam hazret-i Ebu Bekir geldi, hâlinizi değiştirmediniz. Hazret-i Ömer gelince de, aynı şekilde kaldınız. Sonra hazret-i Osman gelince, kalkıp, elbisenizi örttünüz, bunun hikmeti ne idi. Resûlullah efendimiz; (Meleklerin hayâ ettiği kimseden ben hayâ etmez miyim) buyurdular. Bir rivayette de; (Muhakkak ki, Osman çok hayâlı bir kimsedir. Ben ondan hayâ ettim. Eğer ona o hâl üzere iken izin versem, içeri girip, arzusunu, isteğini bana söylemezdi) buyurdular.”
--
İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbat kitabının üçüncü cild 116. Mektubunda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, aşırı hareketlerden korusun! Ortalama, adâlet üzere doğru yolda bulunmak nasip etsin! Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasip etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsan etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükür etmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyardır. Bunun kıymetini bilip, şükür etmek, kendi sahibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeği saadet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, kölelerini yetiştirmekle öğünmek, akıl icabıdır.
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdir etmiş, ayırmıştır. İnsanların, hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve ruhunun rızıkları da bellidir. Rızık hiç değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez ve kimse kendi rızkını yemeden, bitirmeden ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helal yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık, ona bereketli olur. Bu çalışmaları için de sevap kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat, bu rızık ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günahlar da, onu felaketlere sürükler.
Şimdi, zamana uymadan olmuyor diyerek, çocuklarını para kazanmak için haram yerlere gönderenler çoğalmaktadır. Aç kalmalarından korkarak, onlara dinlerini öğretmiyor, Kur’ân-ı kerim okutmuyor, yavrularını cahillerin ellerine bırakıyorlar. Çocukları dinsiz, imansız yetişiyor. Geleceklerini kazansınlar diyerek, namusları, hayâları yok edilmesine hangi vicdan razı olur? Sıkıntılar çekerek, ezelde ayrılmış olan rızıklarına kavuşuyorlar. “Namaz karın doyurmuyor, kızların ev işlerini öğrenmesi, ekmek parası getirmiyor. Zamana uymazsak, dine bağlı kalırsak sürünürüz” gibi çılgınca konuşanlar da oluyor. Halbuki, oğullarına, küçük iken dinleri, imanları öğretilir, Kur’ân-ı kerim okutulur, bundan sonra da, Allahü teâlânın emirlerine uygun olarak para kazanmaya çalıştırılırsa, yine aynı rızka, hem de kolayca, rahatça kavuşurlar. Anaları, babaları ve çocuklar hem sevap kazanır, hem de kazançlarının hayrını görürler. Dünyada ve ahirette mesut olurlar. Ahireti düşünen akıllı kimse, rızkını helal yoldan arar ve kazanır.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyorlar ki; Faziletlerin en üstünü, sana vermiyene vermen, sana zulmedeni affetmendir.
Evliya zâtların asırlardır unutulmayıp, herkesçe sevilmelerinin sebeplerinden bazıları şunlardır:
1- Kendi hocalarının rızalarını kazandılar: Bütün büyükler, (Ümmeti arasında peygamber neyse, talebesi arasında hoca odur) hadîs-i şerîfine uyarlardı. Buyururlardı ki: Bizim yaptığımız bunca hizmetin ecri, sadece mübarek hocamızadır; çünkü hocamızı tanımasaydık, doğruyu bulamazdık. Bu hizmetler sadece onlar vasıtasıyla olmaktadır. Bize ait bir şey var dersek, felakete uğrarız. Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilirsek, yanarız, mahvoluruz. Bizi doğru yola sevk eden, o büyüklerdir. Onların haklarını ödeyemeyiz.
2- Ömürleri iyilik etmekle geçti: Kendilerini, insanlara iyilik yapmak için adarlardı. Evlada yapılan iyilik, anaya babaya yapılmış demektir. Allahü teâlâ da, kendi kullarına yapılan iyiliği sever. Allahü teâlânın sevdiği kişiyi de herkes sever. Sevgi Allah'tan gelir. Allahü teâlânın sevgisini kazanmak isteyen, sâlih kulların sevgisini kazanarak, insanların hayırlısı olmalı. (İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır) hadîs-i şerîfi de hayırlı insanın kim olduğunu bildirmektedir.
3- Doğruluktan hiç ayrılmadılar: Hiç kimse için kötülük düşünmezlerdi. Hak neyse, onu söyler ve yaparlardı. (Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir)hadîs-i şerîfine uygun yaşarlardı. Müslüman, her yönüyle doğru insan demektir. Îmânı doğru, ameli doğru, sözü doğru, özü doğru kimsedir. (Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, doğruyu söyleyeceğim) hadîs-i şerîfine uygun yaşarlardı.
4- Çok sabrettiler: Öfkelenip, kalb kırmazlar, (Allahü teâlâ sabredenleri sever) ve (Sabreden, zafere kavuşur) hadîs-i şerîflerine uyarak, hep sabrederlerdi.
5- Huyları çok yumuşaktı: (Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever) hadîs-i şerîfine uyarak, hep tatlılıkla, şefkatle muamele ederlerdi.
6- Fitneden uzak dururlardı: Müslüman, Allah'tan başka kimseden korkmaz. Ancak kendisinden korkar. Bilir ki, benimyanlış bir hareketim, yanlış bir sözüm, bütün Müslümanlara zarar verir. Müslüman, (Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah lanet etsin) hadîs-i şerîfine uyarak, taşıdığı elbisenin, kendi elbisesi değil, İslamiyet'in ve bağlı olduğu büyüklerin elbisesi olduğunu bilir. Buna bir şey dökülmesin, buna bir laf gelmesin diye titrer. Bilir ki, kendisi yüzünden bir Müslüman zarar görürse, bunun vebali çoktur.
7- Kalb kırmaktan çok korkarlardı: Kalb kırmak, yetmiş kere Kâbe'yi yıkmaktan daha büyük günahtır. Kalb kırmakla küfür arasında çok ince bir perde vardır. Kalb kırmanın kapısı açılınca küfre girilebilir. Küfrün hemen yanında kalb kırmak vardır. Mü'min, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen kimsedir. Mü'min, hep güler yüzlü, tatlı sözlü olur. Mü'minin ağzından kötü söz çıkmaz. Evliya bir zâta, Allahü teâlânın en çok sevmediği nedir diye sorulunca, o zât, (Allahü teâlânın en çok sevmediği, îmân etmemek, kâfir olmak, bundan sonra da en çok sevmediği, kalb kırmaktır) buyurur.
8- Emir vermekten sakınırlardı: İnsanları felakete sürükleyecek olan huy, emir vermektir. İnsanların hücrelerinde emir vermek arzusu vardır. Bu, can çıkmadan önce, en son çıkacak huydur. İnsanlar için en büyük felaket, emir verme sevgisidir. Bu sevgi olmayan, emir verebilir; ama bu arzu ve heves varsa, verilen her emir kul hakkına girer. Büyükler, (Bize çavuş değil, er lazım) derlerdi. Er, emir vermez, peki der. Er olmak, kul olmak, en şerefli meziyet, en şerefli rütbedir. (Ben Allah'ın kuluyum)hadîs-i şerîfi, kulluğun, er olmanın önemini göstermektedir. Er olmayı kabul etmeyen, kaybeder; çünkü sular daima denize doğru akar, tepeye doğru akmaz. Bu nefsin azgınlığını durdurmak zor iştir. Bunu durduracak en iyi ilaç, peki demektir; çünkü nefs, hayır der, yaratılışı öyledir; ama peki derse, dünya ve âhiret saadetlerine kavuşur. Eshâb-ı kirâm, devenin üstündeyken kırbaçları yere düşse deveden inerler, kırbacı kendileri alır, tekrar binerlerdi. Deveye binmek zahmetli bir iştir. Buna rağmen, emir vermemek için böyle yaparlardı...