Taha Kılınç
Mirac
Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında deniyor ki:
“Peygamber efendimiz Mirac'a çıktığı gecenin sabahında, Mirac hadisesini anlatıp, buyurdu ki:
(Bu gece, Mekke’den Beyt-i Mukaddes'e gittim. Orada, enbiyanın ruhlarına imam olup, iki rekat namaz kıldım. Oradan Arş'ın üzerine yükseldim. Allahü teâlâ ile konuştum. Allahü teâlâ, ümmetime, bir gün bir gecede elli vakit namazı farz etti. Geri dönüşümde hazret-i Musa ile karşılaştım. Bana, 'elli vakit namaza ümmetin takat getiremez' dedi. Allahü teâlâya yalvardım, on vakit namazı bağışladı. Musa aleyhisselam, henüz çoktur dedi. Tekrar Allahü teâlâya yalvardım, on vakit daha bağışladı. Velhasıl, beş nöbette, kırkbeş vakit namazı bağışladı. Musa aleyhisselam yine dön, dedikte, dedim ki, 'Rabbimden hayâ ederim. Ben bu beş vakitten razıyım' dedim. Allahü teâlâdan nida geldi ki, 'bu beş vakit, elli vakte bedeldir.' Sonra, Beyt-i Mukaddes'e gelip, gece içinde, Mekke’ye geri döndüm.)
Mirac, kısa zamanda oldu. Mekkeli müşrikler bu hadiseyi işitince, inkâr edip, akla uygun değildir, dediler. İnkâr eden o grup, 'şimdi bununla Ebu Bekr'i susturmak iyi olur' diyerek, yanına geldiler ve dediler ki:
-Ya Eba Bekr! Efendinin, nasıl bir konuyu dava edindiğini işittin mi? Efendin der ki, 'bu gece Arş'a gittim, geldim.' Hazret-i Ebu Bekr o durumda, duraklama ve tereddüt etmeksizin, tasdik ve kabul edip;
-Böyle söyledi ise, gerçek söyler. Ondan yalan sadır olmaz, buyurdular. Ondan dolayı Ona, 'Sıddîk' denildi. Hazret-i Ali;
'Ebu Bekr-i Sıddîk adı gökten inmiştir' diye yemin etmiştir. Sebebi de; (Doğru haberde gelen ve Onu tasdik eden...) mealindeki âyet-i kerimede, tefsir âlimleri, doğru haberde gelenin Resulullah, Onu tasdik edenin de Ebu Bekr-i Sıddîk olduğunu söylemiş olmalarıdır.”
(Hamza efendi risâlesi şerhı) ellidokuzuncu [59] sahifesinde diyor ki: (Ödünç verirken, zaman tayin etmemelidir. Çünkü, zaman tayin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur. Bu ise faiz olur. Senede ödeme tarihi koymamakla, ödünç veren verdiğini geri almak hakkına her zaman malik olmakta, belli bir zamanı beklemek zorunda kalmamaktadır. Zaman tayin etmeksizin ödünç vermeli ve arzu ettiği zaman isteyip geri almalıdır. Cahillerin, “ödünç verilen şeyin ödenmesi istenirse, sevabı kalmaz” demeleri, doğru değildir. Kalp kırmayarak, başa kakmayarak, hakkını istemek caizdir. Kalp kırmak, ayrı bir günahtır). Ödünç alan kimse, vereceği bonoya ödeme tarihi koymamalıdır. Bir şey satın alan kimsenin vereceği bonoya ödeme tarihi koyması lâzımdır. Ödünç verdiği parayı geri alabilmek için, senette ödeme tarihi bulunmak icap ediyorsa, ödünç vereceği kimseden kefil ister. Kefil ile, belli bir zamanda ödenmesine kefil olması için anlaşır. Meselâ, kefilden, ödeme tarihi belli bono alır. Borçlunun da kefilin ödemesi lâzım geldiği zaman ödemesi caiz olur denildi. Fakat kefilin o zaman ödeyip, sonra borçludan alması daha iyi olur. Yahut, borçlu, borcunu kendine borcu olan birine havale eder. Havale olunanın borcunun ödeme zamanı, belli ise, alacaklıya da o zamanda öder. Belli zamanı yoksa, alacaklı havaleyi kabul eden ile, belli bir zamanda, ödemesi için uyuşur. Bunun borçluya borcu yoksa, borçlu, belli zamanda ödemek üzere buna borçlandığını bildirir. Yani bono verir. İki borç da aynı tarihte ödenir. Fakat, burada borçlu, ödeme senedini alacaklıya vermiyor. Havaleyi kabul edene veriyor. Alacaklı, ödeme tarihi yazılı bononun kendisine verilmesini isterse, ödünç vereceği parayı, emin olduğu bir arkadaşına hediye eder. Bu da bu parayı, ödünç isteyene verir. Borcunu para sahibine havale etmesini söyler. Para sahibi havaleyi kabul ederek dilediği ödeme tarihli bono yazıp, arkadaşına verir. Borçlu da para sahibine aynı tarih yazılı bono verir. Sonra, havaleyi alan, alacağını arkadaşına hediye ederek, bonosunu geri verir. Yahut ödünç isteyene, ödünç vereceği kadar fiyatla ucuz bir şeyi veresiye satar. Ondan bu satış için belli tarihli ödeme senedi alır. Sonra bu şeyi aynı fiyatla, peşin olarak, ondan geri satın alır.(Hadîka)da, altıyüzyirminci [620] sahifede diyor ki: (Bir kimsenin, ödünç vereceği kimseye, hatta bir kağıt parçasını bin liraya bile satması caizdir. Mekruh değildir).
--Kendinde kötü huy bulunan kimse, öncelikle bu kötü huya yakalanmanın sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını, tersini yapmaya çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lazımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Çünkü kötü şeyler nefse tatlı gelir. İnsanın, kötü bir şey yapınca, arkasından riyazet çekmeyi, nefsine güç gelen şeyleri yapmayı adet edinmesi, faydalı bir ilaçtır. Mesela, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım, gece namazları kılacağım diye yemin etmelidir. Nefis, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapmaz. Kötü ahlakın zararlarını okumak, işitmek de, faydalı bir ilaçtır. Hadis-i şerifte;
(Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur) buyuruldu. Çünkü, bunun günah olduğunu bilmez. Bunun için tövbe etmez veya tövbe hatırına gelmez. İşlemeye devam eder ve işledikçe de, günahı kat kat artar.
İnsanların kötülemelerinden ve ayıplamalarından korkmaya karşı ilaç olarak şöyle düşünmelidir:
"Kötülemeleri doğru ise, ayıplarımı bana bildirmiş oluyorlar. Bunları yapmamaya karar verdim demeli, böyle kötülemelerden ferahlık duymalı, onlara teşekkür etmelidir. Hasan-ı Basrî hazretlerine, birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip;
"Sevaplarını bana hediye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum" dedi. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerine, birisinin kendisini gıybet ettiğini söylediler. Ona bir kese altın gönderip;
"Bize verdiği sevapları arttırırsa, biz de karşılığını arttırırız" dedi. Yapılan kötüleme yalan, iftira ise, zararı söyleyene olur. Onun sevapları bana verilir. Benim günahlarım, ona yüklenir demelidir."
İnsan için üç türlü hayat vardır. Bunlar; dünya, kabir ve ahiret hayatıdır. Dünyada, beden ruh ile birliktedir. İnsana hayat, canlılık veren ruhtur. Ruh bedenden ayrılınca, insan ölür. Beden mezarda çürüyüp, toprak olunca veya yanıp kül olunca, yahut yırtıcı hayvan yiyip yok olunca ruh yok olmaz, kabir hayatı başlar. Kabir hayatında his vardır, hareket yoktur. Kıyamette yeni bir beden yaratılıp, ruh ile bu beden birlikte Cennette veya Cehennemde sonsuz yaşarlar.
İnsanın dünyada ve ahirette mesut olması için, Müslüman olması lazımdır. Dünyada mesut olmak, rahat yaşamak demektir. Ahirette mesut olmak, Cennete gitmek demektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mesut olmanın yolunu, Peygamberleri vasıtası ile kullarına bildirmiştir. Çünkü insanlar bu saadet yolunu, kendi akılları ile bulamazlar. Hiçbir Peygamber kendi aklından bir şey söylememiş, hepsi, Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri söylemişlerdir. Peygamberlerin söyledikleri saadet yoluna Din denir. Muhammed aleyhisselamın bildirdiği dine İslâmiyet denir. Âdem aleyhisselamdan beri binlerle Peygamber gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dinler, zamanla bozulmuştur. Şimdi saadete kavuşmak için İslâmiyeti öğrenmekten başka çare yoktur. İslâmiyet, kalp ile inanılacak olan İman bilgileri ve bedenle yapılacak Ahkâm-ı islamiyye bilgileridir.
İman ve ahkâm-ı islâmiyye ilimleri Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. Cahillerin, sapıkların bozuk kitaplarından öğrenilmez. Hicri bin senesinden evvel, İslâm memleketlerinde çok Ehl-i sünnet âlimi vardı. Şimdi yok gibidir. Bu âlimlerin yazdıkları Arabi ve Farisi kitaplar ve bunların tercümeleri, dünyanın her yerinde, kütüphanelerde çok vardır. Hakikat Kitabevi'nin bütün kitapları, bu kaynaklardan alınmıştır. Saadete kavuşmak için, böyle kitapları okumalıdır.