Taha Kılınç
Her kim, Şaban ayında üç gün oruç tutarsa..
Dinimizin kıymet verdiği içinde bulunduğumuz mübârek üç aylardan Recep ayı tövbe, hürmet ve ibâdet; Şaban muhabbet ve hizmet; Ramazan ise yakınlık ve nimet ayıdır. Allahü teâlâ, Şaban ayını, Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem" mahsus kılmıştır.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: "Recep tohum ekme, Şaban sulama, Ramazan ise hasat ayıdır."
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Şaban-ı şerîf, benim kendime mahsus bir aydır. Hak teâlâ hazretleri Arş-ı âlânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim, gördünüz mü? Benim kullarım, sevgilimin ayına tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim, celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nail eyledim.")
Şaban ayında oruç tutmakla ilgili hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Her kim, Şaban-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i âlâda ona bir yer hazırlar."
Şaban ayının son günleri gökte hilâli aramak da ibâdettir. Çünki, oruca Ramazan hilâlini görmekle başlanır. Şaban-ı şerîf, hayırların çoğaldığı, bereketlerin indiği, hataların terk edildiği, günahların örtüldüğü bir aydır. Bu ayda Peygamber efendimize çok salevât-ı şerîfe okumalıdır.
Berat gecesi, Şaban ayının ondördünü onbeşine bağlayan gecedir. Ramazan orucuna hazırlanmak için Şaban ayının onbeşinden sonra, oruç tutmamalı, kuvvetli ve lezzetli şeyler yiyerek, vücudu kuvvetlendirmeli ve böylece farzları yapmaya hazırlanmalıdır.
İmandan sonra, en kıymetli ibadet, namazdır. İman gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibadetlerin güzelliği, kendilerinden değildir. Peygamber efendimiz, rahatını, huzurunu, namaz kılmakta bilirdi. Hadîs-i şerifte;
(Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak namazda kaldırılır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Namaz, bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslamın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur. İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin efendisine mirac gecesi, Cennette nasip olan rü'yet şerefi, dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki;(Namaz müminlerin miracıdır) buyurmuştur. Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların, rahat vericisidir. Ruhun gıdası, kalbin şifası namazdır. (Ey Bilal, beni ferahlandır!) diye ezan okumasını emir buyuran hadîs-i şerif, bunu göstermekte, (Namaz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir) hadîs-i şerifi, bu arzuya işaret etmektedir. Namazın hakikatini anlamış olan bir kimse, namaza durunca, sanki, bu dünyadan çıkıp ahiret hayatına girer, ahirete mahsus olan nimetlerden bir şeylere kavuşur. Bu nimet, yalnız bu ümmete mahsustur.”
Hazret-i Ali, namaza durduğu zaman, bütün âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Bir harpte, mübarek ayağına ok saplanmış ve okun demir kısmı kemiğe girmişti. Bunu çıkartmak için, kendisinin bayıltılması gerektiği söylenince;
-Bayıltamaya gerek yok, ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız cevabını vermiştir.
Nitekim namaza durunca, Cerrah, o demir parçasını çıkartır ve yarayı sarar. Hazret-i Ali;
-Ben o demir parçasını çıkardığınızı hissetmedim, buyurur.
Muhammed Ma’sûm hazretleri;
“Namaz, dinin direği, müminin miracıdır. Onu en iyi şekilde kılmaya gayret etmelidir” buyurmuştur.
Mirac gecesinde Peygamber efendimize ihsan olunan nimetler, bu dünyada, Onun ümmetine yalnız namazda tattırılmaktadır.
-- İmanı olmayan kimsenin, sonsuz olarak Cehennemde kalacağını, âyet-i kerimeler ve Peygamber efendimiz haber vermiştir. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmanın çaresini arar. Bunun çaresi ise; Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna, Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmaktır ki, insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır. Bir kimse, ben sonsuz azaba inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna denir ki; inanmamak için elinde senedin vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mani oluyor? Elbette vesika gösteremeyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, sonsuz olarak ateşte yanmak korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmanın çaresini aramaz mı?
Görülüyor ki, her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır. İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibadet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalp ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak kâfidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın buna çok az da bir ihtimal vermesi, zan etmesi akıl ve insanlık icabıdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kati çaresi olan iman nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?
Senâüllah Pânî-pütî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, razı olduğu ve beğendiği şeyler, ancak Peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile anlaşılamaz. Bunları bize Muhammed aleyhisselam bildirdi. Hulefâ-i râşidînin, eshâb-ı kiramın çalışmaları ile de, her tarafa yayıldı.”
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Dürret-ül fâhıre kitabında deniyor ki:
“Vefat eden kimsenin ruhu, cesede geri döndürüldüğü zaman kendi cesedini yıkanırken bulur ve başı ucunda gasli, yıkanması bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün ruhunu dünyadaki insan suretinde görür. Bir zat oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip gördüğü taraftan diğer tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki ruh kefene geri döndü. Yıkanıp, kefenlenip tabut içine koyunca da ölenin ruhunu görenler oldu. Rebî bin Heysem hazretlerinden rivayet edildi ki; bir zat, yıkayan kimsenin elinde hareket etmiştir. Yine hazret-i Ebu Bekir zamanında bir ölünün tabut üzerinde iken konuştuğu görüldü ki, hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer’in faziletlerini zikir etti.
Ölenin bu hâllerini görenler, melekler âlemini seyreden evliya yani velilerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi kaldırır, o da bu hâli görür ve bilir.
Ölü kefene sarıldığı zaman ruh hariçte, dışarıda olarak göğse yakın gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki; beni Rabbimin rahmetine acele götürünüz. Eğer bana ihsan olunan nimetleri bilseydiniz, beni götürmekte acele ederdiniz.
Eğer şekâvet, Cehennem azabı ile korkutulmuş ise, der ki; aman bana azâb-ı ilâhiden bir müddet mühlet, zaman verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette beni omuzunuzda taşımazdınız. Bunun için, Resûlullah efendimiz, bir cenaze görünce, hemen ayağa kalkarlar, kırk adım kadar o cenaze ile beraber giderlerdi.”
Nasihatların başı şudur ki, islâmiyetin sahibine uymak lâzımdır. Resûlullaha uymıyanlar, âhırette azâbdan kurtulamaz. Bundan sonra, dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır. Çünki, Allahü teâlâ dünyayı sevmez, ona kıymet vermez. Bunun için, kulun dünyalığı olmaktansa, olmaması daha iyidir. Dünyanın kimseye fayda vermediğini ve elden çabuk çıktığını herkes bilmekte, hattâ görmektedir. Dünyanın malına, mevkı'ine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ânsızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınız! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin en üstününe uymakla şereflendirsin! Âmîn.