Taha Kılınç
Güzel ahlak
Din bilgilerinin kıyamete kadar bozulmadan devam edeceğini, hem Kur'ân-ı kerim, hem de hadis-i şerifler, haber veriyor. Nitekim Hicr suresinin 9. âyet-i kerimesinde mealen;
(Bu Kur'ânı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyuruldu. Yani, kâfirler, Onu değiştiremeyecek ve asla Onun nurunu söndüremeyeceklerdir buyuruldu. Hak, doğru yol üzere olan bir cemaat, kıyamete kadar devam edecektir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz. Bunlar, Allahü teâlânın takdir ettiği saate kadar, işlerini yapacaktır.)
Her yüz senede bir, bu dini kuvvetlendiren âlimler yaratılacaktır. Yetmişiki fırka meydana çıktı, itikadı bozulanlar çoğaldı. Ehl-i sünnet de, cahiller, fasıklar da çoktur. Fakat, hak üzere olan da vardır. Din, ilk asırda olduğu gibi, safiyetini muhafaza etmektedir. Mişkât-ül-mesâbîhde Sevbân hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifte;
(Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi, putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Halbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacaktır) buyuruldu.
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinde reformcular, zındıklar, bu dini, kıyamete kadar, hiçbir zaman bozamayacaklardır. Dünyanın her yerindeki kütüphanelerde bulunan İslâm kitapları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pek çok ve her gün çoğalmakta ise de, bunlar arasında doğru olanları da vardır. Bunlar hiçbir zaman yok olmayacak ve hiçbir kimse yok edemeyecektir. Bunlar, Allahü teâlânın hıfzı, koruması ve emanı altındadırlar. Bu kitapları arayıp, bulup, okuyup saadete kavuşanlara müjdeler olsun.
Bütün insanlığın seyyidi, en üstünü olan, böyle bir Peygambere "aleyhissalevâtü vettehıyyât" inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette ümmetlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân sûresinin, (Siz ümmetlerin, din sâhiblerinin en hayrlısı, en iyisisiniz!)meâlindeki yüzonuncu âyeti bunlara müjdedir. Ona inanmıyan, [Onu anlıyamıyan, kendileri gibi sanan], insanların en kötüsüdür. Tevbe sûresinin, (Vahşî, kalbleri katı câhiller, sana inanmaz. Dahâ çok münâfıkdırlar) meâlindeki doksansekizinci âyeti bunları göstermekdedir. Dünyânın bugünkü hâlinde, Onun sünnet-i seniyyesine [ya'nî islâmiyyete] uymakla şereflendirilenler, ne kadar bahtiyârdır. Onun dînine inanan, Ona ümmet olanın, az bir iyiliğine katkat sevâb verilir. Eshâb-ı Kehf [ya'nî Tarsusdaki mağarada bulunan yedi kişi] "rahmetullahi aleyhim ecma'în" bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuşdu. Bu işleri de, din düşmanları, her tarafı kapladığı vakt, kalblerindeki îmânı korumak için, başka yere hicret etmeleri idi. Bugün, Ona îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zemânda, askerin, az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zemânında, askerin, bundan katkat fazla çalışması, böyle kıymetli olamaz. Muhammed "aleyhisselâm", Allahü teâlânın mahbûbu olduğu için, Onun izinde giden, mahbûbluk derecesine yükselir. Çünki, muhib [ya'nî aşık], sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde görürse, onu da sever. Ona uymıyanların hâlini, bundan anlamalı! Fârisî beyt tercemesi:
-- Mübârek geceler sözünü Kur'ân-ı kerîmden aldık. Leyle-i mübâreke buyuruluyor. Âhir zemânda, insanlar tembel olduğundan, hiç olmazsa böyle birkaç gün kendilerini toplasınlar diye Allahü teâlâ ba'zı günlere kıymet vermiş, böyle gün ve gecelerde duâları kabûl edeceğini bildirmiş. Mübârek gece, öğleden sonra başlar, fecre kadar devâm eder. Bir sâat ilm öğrenmek, bütün gece ibâdet etmek gibi olur. Bunun da zâten, yarım sâati, yatsı nemâzı tutar, diğer yarısı da yasîn-i şerîf okunur,
En fazla ana-babaya merhametli olmalıdır. Bilhâssa anaya. Çünki onlar, çocuklarını merhametle büyütürler.
Her işin sermâyesi vardır. Âhiret sermâyesinden en mühim beş tânesi şunlardır:
Birincisi; Gadab etmemek. Hadîs-i şerîfde "Lâ tagdab" buyuruluyor.
İkincisi; Müslümân için kötülük düşünmemek.
Üçüncüsü; Dünya malına düşkün olmamak. Dünya mâlını kullanacağız ama sevgisi kalbe girmeyecek.
Dördüncüsü; Kendini hiçbir şeyden üstün görmemek.
Beşincisi; Ölümü unutmamak.
Dünyâ sevgisini kalbden çıkarmak, dünyâyı kullanmamak demek değildir. Kalbe koymamakdır. Elden çıkarmak değildir.
Müslimânlık, maddî ve ma'nevî temizlikdir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emr eder. Müslimânlık, dünyâ ve âhıret se'âdetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslimân (Allahü teâlânın kaderine inanan müslimân) dünyâda, dâimâ huzûr içindedir. Çünki bu müslimân, şuna inanmışdır: Kendisine gelen hayr ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zan etdiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret se'âdetine de ulaşmış olur.
Müslimânlığın emrlerini yapan bir insan, dünyâda her dürlü kötülükden ve her dürlü zarardan kendisini korumuş olur.
Müslimânlık ve islâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, Zümer sûresi 3.cü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir) buyurmuşdur. Bugün islâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zemânların kitâblarıdır. Kur'ân-ı kerîm, bütün bunların hükmlerini kaldırmışdır.
Müslimânlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ, Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem", (Ben seni iyi ahlâkı temâmlamak için yaratdım!) buyurmuşdur. Peygamberimizin "aleyhisselâm" her sözünde (hadîs-i şerîflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır.
Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyâdaki hayâtımız sona erecekdir. Bu dehşetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karşısında, hayât nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır. O hâlde, hayâtın ne olduğunu, dünyâya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayâtın sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayâtımızın sâhibi de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, Vezzâriyât sûresi 56.cı âyetinde meâlen, (İnsanları ve cinnîleri ancak, Beni bilip, itâ'at, ibâdet etmeleri için yaratdım!) buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zemândaki insanların kaçda kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veyâ ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. İşte felâket de, bu noktadan başlıyor. Bu hakîkati bilmemek veyâ bildiği hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, (bilhâssa bir müslimân için) tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felâketdir. Çünki, Allahü teâlâ, kendi emrlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emrlerini yapmıyanları, irâde etdiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emrlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıkdır. Dünyâdaki kısa hayâtımız için sonsuz âhıret hayâtımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?