Taha Kılınç
Fitne zamanı
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Fitnelerin yayıldığı, fesatların çoğaldığı zamanlar, tövbe ve istiğfar zamanıdır. Kenara çekilmeli, fitnelere karışmamalıdır. Fitneler çoğalıyor. Gün geçtikçe yayılıyor. Peygamber efendimiz buyurdu ki; (Kıyamet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse akşam kâfir olarak döner. Akşam mümin iken, gece safalarında imanları gider. Böyle zamanlarda, evinde kapanmak fitneye karışmaktan hayırlıdır. Kenarda kalan, ileri atılandan hayırlıdır. O gün oklarınızı kırınız! Silahlarınızı, kılıçlarınızı bırakınız! Herkesi tatlı dil ile, güler yüzle karşılayınız! Evinizden çıkmayınız!)”
Müslümanlar bu nasihatlere uymalı, sapıkların, din cahillerinin isyana teşvik eden, fitneyi körükleyen zararlı, uydurma kitaplarına aldanmamalıdır. Cihat, devletin, ordunun, düşmanlarla, sapıklarla harp etmesi demektir. Müslüman devlet olsun, kâfir devlet olsun, adil olsun, zalim olsun, kendi devletine isyan etmeye, vatandaş kanı dökmeye, birbirine saldırmaya cihat denmez, fitne, fesat çıkarmak denir. Peygamber efendimiz;
(Fitne çıkarana Allah lanet etsin!) buyurmuştur.
Müslümanlar devlete karşı isyan etmez, fitneye karışmaz, kanunlara karşı gelmez. Ehl-i sünnet âlimleri, siyasete karışmamış, yazıları, sözleri ile devlet adamlarına nasihat vermişler, onlara hak ve adalet yolunu göstermişlerdir. Bazı cahil din adamları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılarak, devlet işlerine karışmış, asıl vazifeleri olan öğrenmek ve öğretmek saadetini ihmal ederek, kendilerine de, Müslümanlara da faydalı olamamışlardır.
İbrâhîm bin Edhem "kuddise sirruh" hazretleri sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve kovayı tekrar sarkıttı. Bu sefer çektiğinde kovanın altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum, ihsân et" diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku" yazılıydı. Çevirdi, "Eğer öğrendiğinle amel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun" yazısını okudu ve "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur" dedi ve ağladı.
Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında buyuruluyor ki:
“Hazret-i Ömer, halife iken, bekçi yerine, şehrin sokaklarını kendi dolaşır ve nerede bir noksanlık görürse, onu tedarik eder, giderirdi. Bu kadar ihtiyatlı olduğu hâlde daima ağlar idi. Kendisine;
-Ya Emir-el müminin; bu kadar korku ve ağlamak neden dolayıdır dediklerinde, cevabında buyurdu ki:
-Eğer bir koyun veya bir keçi Fırat Nehri kenarında gezerken, onun hastalığına ilaç yapmazlarsa, korkarım ki, kıyamet günü onu benden sual ederler.
Hazret-i Ömer, bu kadar takva ve vera sahibi idi. Abdullah bin Amr bin Âs hazretleri der ki: Hazret-i Ömer’in vefatından sonra, ben daima dua ederdim ki, ya Rabbi, hazret-i Ömer’i rüyada bana göster. Oniki aydan sonra duam kabul olup, rüyamda gördüm. Gusül edip, peştamalına tutunmuş şekilde gördüm ve kendisine dedim ki:
-Ya emir-el müminin; Allahü teâlânın huzurunda yerini nasıl buldun. Cevabında buyurdu ki:
-Ya Abdullah; sizden ayrılalı ne kadar zaman oldu.
-Oniki ay oldu deyince de buyurdu ki:
-Şimdiye kadar muhasebede, hesapta idim. İşlerimden helak olmak korkusu vardı. Eğer, Allahü teâlânın rahmeti gadabını aşmasa idi, çaresiz kalır, mahvolurdum. Şimdi ben ve sen bilelim ki, defterleri günah ile siyah etmişiz. Ben ve sen taat ve hasenatı rüzgara vermişiz. Ben ve sen yüz suyunu Allahü teâlâ ve Resulü önünde yere dökmüşüz. Huzurunda edepsizlik etmişiz. Ben ve sen dünya malına mağrur ve meşgul olup, ahiret hazırlığı yapmamışız.
Ömer bin Hattâb hazretlerinin hâli böyle olan yerde ki, dünyada geçinecek miktardan fazla eşya tutmazdı; ya biz asi kulların ve ahireti dünyaya veren hasislerin, cimrilerin, belki ahireti bir başkasının dünyasına veren düşük kimselerin hâli ne olur.”
"O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir."
İlk insan Hazret-i Adem aleyhisselam, arş üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid Cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.
Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere "aleyhisselâm" anlatıyor:
-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.
-Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz?
Şit aleyhisselâmın sualine Adem aleyhisselâm cevap vermek istememiş olacak ki, sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.
Âlemlerin Rabbi buyurdu:
-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti O'nunla ve O'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine Arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir (sallallahü aleyhi ve sellem). O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.
Adem babamız, Cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp Cennette iken Cebrail aleyhisselâmdan öğrendiği bazı isimleri araya koyarak dua etti.
-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdim...
Peygamber efendimiz "aleyhissalâtü vesselâm" ve Hazret-i Ebû Bekr yollarına devâm ederek mîlâdın 622. senesi Eylülün yirminci ve Rebiülevvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne yakınlarındaki Kubâ köyüne vardılar. Bugün Müslümanların hicrî güneş yılının başlangıcı oldu. Birkaç gün burada kalan Peygamberimiz ilk iş olarak Kubâ Mescidini yaptı. Rebiülevvelin 12. Cumâ günü Medîne şehrine doğru yola çıktı. Rânûna Vâdisinden geçerken, öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu. Namazdan sonra her ikisi ve yanındakiler develerine bindi ve Medîne'nin yolunu tuttular. Medîne halkı, Peygamberimizin mübârek yüzünü görebilme heyecanıyla, yolları kaplamış ve bayram sevinci yaşıyordu. Enes bin Mâlik, Peygamberimizin Medîne'ye girdiği günden daha güzel ve neşeli bir gün görmediğini ifâde eder. Kadınlar ve çocuklar hep bir ağızdan:
Seniyyet-ül-Vedâ'dan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka dâvet ettikçe, şükr vâcib oldu bize
Sen bize gönderildin, Emrullahı getirdin
Medîne'ye hoş geldin, şeref verir dâvetin
diyerek, kasîdeler söylüyorlardı. Medîne halkı görülmemiş bir tezâhüratta bulunuyor, herkes; "Bize buyrun, yâ Resûlallah!" diyerek, Peygamber efendimizi evlerine dâvet ediyorlardı. Resûl-i ekrem efendimiz devesini serbest bıraktı. Deve ilk defâ iki yetime âit bir arsaya çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrar aynı yere çöktü. Burası Peygamber efendimizin dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misâfir oldu. Ensâr (Medîneli Müslümanlar) dîni için vatanını terk eden muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerine misâfir etti, iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptı.